AAHH! ISTRANCA DAĞ KÖYLERİ -1-

Rahmetli Abdurrahim Karakoç, Anadolu'nun eşsiz güzelliklerinden bir kısmını anlatmaya çalıştığı 'Anadolu Sevgisi' adlı şiirinin ilk dörtlüğünde der ki: Sen bizim dağları bilmezsin gülüm/ Hele boz dumanlar çekilsin de gör/ Her haftası bayram, her günü düğün/ Hele yaylalara çıkılsın da gör... Kırklareli merkezinden 15 - 20 km. arkalarda, pek çok kimsenin gizemlerini hatta varlığını bile bilmediği Istranca Dağ Köyleri gerçeği vardır. Bölge doğal, tarihi, kültürel, ekolojik öyle zengin sayısız hazineleri saklar ki sinesinde... Hani Antalya'da denize girerken Toroslar'da kayak yapılır denir ya işte öyle. Kırklareli merkez de cayır cayır yanarken benim köyüm Çağlayık gibi Istranca dağ köylerinde ceketsiz durulmaz.
Yaz bitti, okullar açıldı şehirler cıvıl cıvıl, ya köyler... Bırakın yazlıkçı, tatilci insanları saçaklarımızın, doğamızın yazlıkçıları bile gitti, ne kırlangıçlar kaldı ne leylekler, ne ibibikler, ne guguklar, biz serçelerle başbaşa. Gezme amaçlı gelip de buraları sevmeyecek yoktur. Ama sevmek cesaret ister, emek ister, sevmek fedakarlık, zorluklara göğüs germek ister. Sadece baharına çiçeğine değil; her türlü zorluğuna, kıtlığına yokluğuna, çamuruna soğuğuna, yalnızlığına katlanmak ister. Kimse kusura bakmasın ama bu açıdan bakınca buraları gerçek anlamda bir biz seviyoruz bir de serçeler.  
Gençlik yıllarımda sadece nakarat kısmı aklımda kalan bir şarkı vardı, sanıyorum Nükhet Duru söylüyordu: Ne bir dost ne bir sevgili/ Dünyadan uzak bir deli/ Beni sarar melânkoli... Acı gerçek, gerçek acı. Buralarda ne tam olarak ne yolcu olabildim ne hancı, bazen kendinden bile kaçan bir garip yabancı.
Uygulanan yanlış güvenlik politikaları nedeniyle önce sınır boyu köyler boşaldı, normal kurallar uygulandığında kuruluşu itibarıyla zaten askeri yasak bölge içinde kalan yerleşim yerlerinde yaşayanlar gözü hiç bir şey (mal mülk) görmemecisine terk ettiler yurtlarını. Sonra orman içi köyler, birçoğu yine yanlış politikalar yüzünden boşaldı. Tarım ve hayvancılık politikalarının tutarsızlığı ve yanlışları nedeniyle sahipsiz kalan ve tüccarın, aracının tefecinin insafına terk edilen tarım köyleri de; toprakların kâh miras yoluyla bölünmesi, kâh borç nedeniyle elden çıkmasıyla kendine yetemez olup var olan üç beş parça mülkünü bırakarak onlar da göç yolunu tuttu. Belki köyden baba yardımı olmadan geçinemeyen birçok genç aile kimi özenti kimi de sosyal nedenlerle şehrin yolunu tuttu. Köylerde evlenmeler zorlaştı, zaman geldi çocuk sayısı çok azaldı okullar kapandı... Velhasıl üzerinde yaşadığımız güzel coğrafya: Istranca dağ köyleri adeta mezra, nahiye merkezleri köy oldu. Köyler tatillerin uzun olduğu bazı bayram ve düğünlerde, bazen de cenaze olduğunda, yağmur dualarında dolar. Akşam üzerleri yollar dolusu voltalar atan gençler de yok, çeşme başı muhabbeti yapan genç kızlar da...
O güzelim Istranca dağ köyleri, serhat boyları cıvıl cıvıl, kıpır kıpırken bu gün adeta üzerine ölü toprağı serpilmiş halde. Orman bakanlığı sık sık vurguluyor; 'orman alanlarımız artıyor' diye. Doğrudur çünkü: İçinde yaşadığımız halde değişime biz bile inanamıyoruz. Eskiden tarla aralarında orman varken, şimdi orman aralarında var olma mücadelesi veren tarlalar kaldı. Terk edilen araziler azman oldu, orman oldu. Bırakın eskiden binek üzerinde, gözü kapalı, geceleri el yordamıyla rahatlıkla geçtiğimiz patikaları artık yollar kapandı. Dere boylarında o güzelim sulak verimli araziler içinden geçilmez hal aldı. Birçoğu 2B, orman arazisi vb. sebeplerle elden gitti. Bir çok kişinin avda, tarlada, hayvan arkasında gezerken güvenlik güçlerinden, ormancılardan saklanmak için kaçarken düştüğü (aslında ağlanılacak) komik durum hikayeleri vardı. Şimdi o hikayelerin yaşandığı yerlerde derin bir hüzün, ürkütücü bir sessizlik hakim.
Hani Köroğlu: Benden selam olsun Bolu Beyine/ Çıkıp şu dağlara yaslanmalıdır/ At kişnemesinden, kargı sesinden/ Dağlar seda verip inlemelidir diyor ya... Ben kime selam göndereceğimi bilmiyorum da, eskiden gece gündüz demeden her yandan: At kişnemesi, eşek anırması, manda öküz bağırtısı, arabacının gıcırtısı, oduncunun balta sesi, keçi koyun melemesi, çan zil sesi, çobanların narası, köpeklerin havlaması hatta kurt uluması duyulurdu. Cesaretle gezilen hatta romantik olan geceler de artık korkunç denecek kadar sessiz. Artık sadece 'leşçi' çakal sesleri hakim gecelere, gece kuşlarının güzelliği bile yok. Eskiden efsaneleşen can ve gerçek olan mal korkusuyla sevmediğimiz, duyduğumuzda ürperdiğimiz kurt uluması meğerse ne güzel bir sesmiş. Kurt en azından asaletin sembolü, ya çakallar... Kurt genellikle yalnız gezer, onlar sürü. Uluşurken çocuk sesine benzer sesler çıkarsalar da çakal işte. Çakal diye bir şey bilmezdik. Hayvancılığın azalması ile önce kurtlar terk etti bölgeyi (en azından bizim bölgemiz) sonra onların bıraktığı boşluğu çakallar doldurdu.
sairmehmet 39@hotmail.com
0 539 839 75 78

Yorum Yazın

Yapılan Yorumlar

  1. Ağzınıza sağlık 31 Mayıs 2014 Cumartesi 13:10:01

    Mehmet Bey arkadaşım Ağzınıza sağlık.O güzelim köylerimizde yaşanan tabloyu ne güzel özetlemişiniz.Toprağımızaköyümüzeata yadigarımıza o kadar uzaklaştık ki;artık ya ölmek için gelir oldukya aba mirasımızı buraların değerini keşfedecek olanlara satıp savmak için.