BİZ BU ACIYI BİLİYORUZ, UNUTMAMALIYIZ -2-

Biz giysilerimizi verecek yer bulamaz, ekmeklerimizi çöpe atarken, Suriye'den Suriyelilerden özellikle başrollerde çocukların olduğu öyle görüntüler izledik ki insanın yüreğinin parçalanmaması mümkün mü. Bir erkek çocuğun dokuz kişilik ailesine her gün satın aldığı 'yarım kilo ebegümeci' almaya o gün parası yetmeyince yürek yakan ağlaması, okuldan öğle yemeği için geldiği sırada evleri bombalanıp yaralanan kız çocuğun bir yandan yaralanan bacağı için endişelenip; ya sakat kalırsam diye ağlarken öbür yandan: - Pijamamı kesme amca, o daha yeni demesi insanı insan olmaktan utandırır. En büyük dersi veren ise; elinde tuttuğu bir parça ekmeği yanındaki üç dört çocukla birer ısırık şeklinde paylaşan kız çocuğuydu ki; biraz fazla ısırabilmek için çaba sarfedenlere karşı en küçük kıskançlık işareti göstermeden paylaşıyor, kendi yiyeceği lokmaya sıra geldiğinde bir patlama sesiyle yiyemeyip cebine koyuyordu...   
Önceleri sadece güney bölgelerimizi ilgilendiren Suriyeli mülteciler sorunu günden güne tüm ülkemiz geneline yayıldı. Mülteci kamplarının dışında bir yandan şehirlerimizde yaşamaya başladılar bir yandan da ülkemiz üzerinden Avrupa ülkelerine kaçak geçiş yollarını ölüm pahasına zorladılar. Ülkesinden kaçanlara kızıp, ya özgürlüğün için savaş ya öl diyenlere de şahit olduk ya; ülkede kalanların hali kaçanlardan bin beter. Trakya'da sadece Edirne'den Yunanistan'a diye bilirdik kaçak göç yollarını. Sanırım Bulgaristan'ın da AB üyesi olmasıyla bizim buraları da zorlar oldular. Kendi ülkesinde yaşama hakları elinden alınan, 'umut tacirleri' tarafından umutları çalınan, 'mülteci' olabilme hayaliyle gitmeye çalıştıkları 'özgürlüler diyarı' sandıkları Batı Avrupa'ya gidebilmek için canları pahasına denemedikleri yol yöntem yok. Bölge insanından insanlık gereği olanın dışında asla yardım görmezler. Öyle zor şartlarda aç, yarı çıplak, ıslak halde bulunanlar oluyor ki; yakalandığına seviniyor, yoksa ölecek.
Nitekim ölenler de az değil ya. Hep alışkın olduğumuz denizdeki tekne kazalarının benzerlerini buralarda da duyar olduk. Bildiğimiz, Dereköy gümrüğüne yakın, taş ocağında oluşan gölde ne zaman boğuldukları belli olmayan bir halde bulunan iki kişinin haberinin ardından Edirne'den gelen aynı şekilde ne zaman öldükleri bile belli olmayan, soğuktan dondukları anlaşılan ailelerin haberleri insanın içini acıtıyor. Lanet olası birileri de bu insanların umutları üzerinden vurgun yapıyor. Sadece Suriyeliler de değil Iraklı, Afganistanlı, Filistinli, velhasıl nerede özellikle iç savaş varsa o insanların bir çoğu hüsranla sonuçlanan umut yolculuğuna çıkıyorlar.
Rahmetli anacığım ağlayarak anlatırdı özellikle 2. Dünya Savaşı yıllarının ardından alışık olmadıkları komünist rejimden kaçıp ülkemize sığınanların halini: Dize kadar karda yalınayak yürümüşler, ayaklarının altı bir karış şişmiş, mosmor... Her ne kadar şartlar o günkü gibi olmasa da bu gün de benzer manzaralarla karşılaşıyoruz.
Kadınlar günüydü. Bir şekilde kaçak geçiş yaptıkları Bulgaristan'dan; uluslararası hukuka, insan haklarına aykırı biçimde sınır dışı edilen, (sınıra kadar getirilip ülkemize kovalanan) iki kız bir erkek çocuklu 'anaerkil' bir aileye ev sahipliği yaptık. Anne ile çat-pat ta olsa anlaşabildik. Daha önce köyümüzde imamlık yapmış, şimdi başka yerde öğretmen olan Hatay'lı kardeşimizi aradım, telefonla adeta 'telekonferans' yöntemiyle yardımlaştık. Hava ıslak ve soğuk, sırtlarında yük, iki gün uykusuz ormanda dolaşmışlar. Ayaklar ıslak bembeyaz kesilmiş, karınlar aç insanın içi acıyor... Yedinci ve ikinci sınıfa giden dünyalar tatlısı iki kız çocuk, ortanca erkek. Önce çocuklara balon hediye ettim, çocuk her şartta çocuktur ya, sevinçleri görülmeye değer. Isınma ve istirahatten sonra birlikte oturduğumuz yemek masasında küçük 'Zilâv'ın yemek yerken bir yandan gözleriyle beni takip ettiğini fark ettim. Ona her bakışımda, anlatılamaz bir şekilde; umut, şükran, güven dolu ifadeyle, tüm saflığı ve masumluğuyla öyle güzel gülümsüyordu ki. Kadınlar gününde ne hediye alırım, ne hediye veririm diye düşünenlerin yanında o günü böyle kutlayanlar da vardı... Onların isteği İstanbul'a geri dönmekti, onları buraya yönlendiren olduğunu sandığım birine telefon açıp telefonu bana verdiler ki nerede olduğumuzu ve yol tarifi istediler. Onu yapmam yasal değildi. Önce insanlık sonra vatandaşlık görevimi yapıp güvenlik güçlerine haber verdim, gelip aldılar.
Biz anamızdan dinledik ısırgan çorbası, fındık püskülü yediklerini, babamızdan yalınayak baş açık gezdiklerini. Önce Selânik'teki yurtlarını savaş korkusuyla bozgun halinde terk edip sağ kalabilenler binbir güçlükten sonra gelebilmişler buraya. Sonra Yunan zulmünden kaçıp 'bir umut' diyerek Bulgar'a sığınmış ninelerimiz. Onlar da umutlarını boşa çıkarmayıp 'işgal yılları' boyunca ev sahipliği yapmış bizimkilere ki; o günün tabiriyle 'onlar gâvur' ken bile bunu yapmışsa ben din kardeşimin halini nasıl anlamam. İsterse din kardeşim de olmasın bu günkü medeni dünyada, medeniyetten zerre misali nasip almışsam ben nasıl anlamam insan kardeşimin halinden.
sairmehmet39@hotmail.com
 0 539 839 75 78       

Yorum Yazın

Bu Habere Henüz Yorum Yapılmadı. İlk Sen Ol