"MADDİ" VE "MANEVİ" HASTALIKLAR

İnsanda iki çeşit hastalık vardır. Birisi bedenimizde meydana gelen "maddi" hastalıklardır. Diğeri ise "manevi" kalp hastalıklarıdır...
Her iki hastalık da tedaviye muhtaçtır. Tedavi olunmaz ise müzminleşir, büyük sıkıntılara sebep olur. Mikropları tespit edilip yok edilmedikçe tedavisi zorlaşır...
Bedenî hastalığımızı çabuk fark ederiz ve hemen vakit geçirmeden tedavi olmaya çalışırız. Halsizlik, iştahsızlık bunun en açık belirtileridir.
Hastalık halinde çok sevdiğimiz yemekler, tadına doyamadığımız meyveler bize acı gelmeye başlar! Yemek bile istemeyiz... Sıhhatimize kavuştuğumuzda da yine aynı lezzeti almaya başlarız...
Aynen bunun gibi; ibadetlerimizden lezzet alamıyorsak, biz manen hastayız,demektir. İbadetlerde o kadar büyük lezzet vardır ki, tarif edilemez! Bunu ancak tadanlar bilir. Hiç bal yememiş birine balı nasıl tarif edersiniz?
Manevi hastalığımızın tedavisi, bedenî hastalığın tedavisinden çok daha önemlidir. Birisi, üç günlük dünya hayatımızla; diğeri ise ebedi hayatımızla ilgilidir.Hayâl gibi, rüya gibi bir hayatla, sonsuz, ebedi bir hayat nasıl mukayese edilebilir!..
Manen hasta olmayıp, ibadetlerinden lezzet alanlardan biri, Ebu Süleyman Dârâni rahmetullahi aleyhtir. Bu zat buyuruyor ki:
"Namazlardaki, hele gece namazlarındaki lezzet olmasaydı, kendimi dünyadan zevk almış saymayacaktım."
Kıldığı namazlardan ne kadar büyük lezzet almış ki; diğer lezzetleri unutmuştur...
Namazlardan nasıl lezzet alınmaz? Yerde ve gökte ne varsa hepsini ve bütün kâinatı yoktan var eden ve dilediği anda da yok etmeye muktedir olan Rabbimizin huzurunda duruyoruz. O'nunla konuşuyoruz. O'na hitap ediyoruz...
Bütün namazlarda okunması vacip olan Fatiha suresinde diyoruz ki, meâlen:
"Yalnız sana ibadet eder ve yalnız senden medet umarız."
Makâmı, mevkii yüksek birisiyle görüşmek oldukça zordur. Randevular, iltimaslar gerekir. Böyle bir görüşme vâki olunca iftihâr vesilesi yapılır. "Falanca ile görüştüm!.." diyerek pay çıkarılır.
Fakat o görüşmesiyle şereflendiğimiz kişi de bizim gibi topraktan yaratılmıştır. Tekrar toprak olmaya mahkûmdur. Rabbimizin huzurunda durup O'na hitâp etme "şerefi" ve "makâmı" ne kadar yüksektir! Dünyanın hiçbir "makamı" bu "şerefi" insana kazandıramaz.
Teşehhütte de Sevgili Peygamberimize hitap etme şerefine nail oluyoruz. O'na selâm veriyoruz.
Biz, kendiliğimizden bu makâma çıkmıyoruz. Dâvet olunmuşuz. Rabbimizin huzurunda O'nun daveti ile bulunmak cennetten bile daha üstündür.
Büyüklerden biri şöyle buyuruyor:
"Ben namaz kılmayı cennete girmeye tercih ederim. Çünkü, namaz kılmamı Rabbim istiyor. Cennete girmeyi ise nefsim istiyor. Rabbimin istediğini nefsimin istediğine tercih ederim."
Mânevi hastalıklarımızın hangileri olduğunu ve onlardan kurtulma çarelerini mânevi tabiplerimiz bize açıklamışlardır.

"Manevi hastalıkların başı dünya sevgisidir!"
Manevi hastalıkların başı dünya sevgisidir. Bütün kötülükler ondan doğar. İnsanları çekememezliğe, birbirine karşı düşmanlığa ve kibirlenmeye sevk eder...
Şüpheli, mekruh hatta haram şeyleri insanlara yaptırır. Dahası küfre bile girmesine sebep olur.
Peygamberlerin çoğuna iman etmeyenler, dünya saltanatları ellerinden çıkacağı endişesi ile mahrum kalmışlardır. Yoksa bunların hak olduklarını çok iyi biliyorlardı.
Firavun iman etseydi; Mısır'a olan hakimiyeti kalmazdı. Nemrut mü'minlerden biri olabilseydi, "Nemrut"luğunu nasıl yapacaktı?!.
Eshab-ı kirâmdan birisi, bir gün sevgili Peygamberimize (aleyhisselâm) sorar:
-Bana öyle bir şey öğretin ki; onu yaptığımda hem Rabbim beni sevsin, hem de insanlar!..
Cevap olarak buyurdular ki:
"Dünyayı sevme Rabbimiz seni sever..."
Rabbimiz dünyayı sevmiyor, sevenleri de sevmiyor. Dünyadan başka hiçbir yerde O'na isyan edilmez. Bundan dolayı dünyayı sevmez.
"Başkasının elindekine de göz dikme, insanlar seni sever..."
İnsanlar kendilerinden bir şey istenmesinden hoşlanmazlar.
Dünya sevgisi, ahireti unutturur. Ne büyük aptallıktır! İnsan, bırakıp gideceği muhakkak olan dünyaya bu kadar önem veriyor, gidip kalacağı, muhakkak olan ahiretini ihmâl ediyor ve unutuyor. Servetinin artmasına seviniyor ama ömrünün azaldığına üzülmüyor...
Mukaddes dinimiz, çalışıp kazanmayı, zengin olmayı kötülememiştir. Bilâkis teşvik etmiştir. Zekat ve sadaka vermeyi emrediyor. Verenlerin ne kadar büyük nimetlere kavuşacakları, ebedi saadete erecekleri bildirilmiştir. Bütün bunlar, para ile elde edilir.
İnsanı annesinden yeni doğmuş gibi günahsız hale getiren "hac" ibadeti de parasız olamaz. Zenginlere farzdır...
Musa aleyhisselam zamanında fakir bir adam vardı ona dedi ki:
-Sen Kelimullâhsın, Rabbimizle konuşuyorsun, durumumu arz et, bana biraz mal versin! O da arz eder. Rabbimiz buyurur ki: "O kuluma söyle, istiyorsa ona dünyada vereyim, istiyorsa ahirette."
Adam dünyada ister. Musa aleyhisselam adama der ki: "Üç günlük dünyayı ne yapacaksın? Hepsini bir gün bırakıp gideceksin. Sen ahireti iste, orası ebedidir"
Adam şöyle cevap verir:
-Rabbim bana bıraktı madem, ben dünyada istiyorum... Ve adam kısa zamanda çok zengin oldu. Bir taraftan gelir, diğer taraftan hayırlı işlere harcar... Nerede bir fakir var, yardım eder. Nerede borçlu var, borcunu öder. Yetimlere  sahip çıkar. Onları sevindirir. Bir müddet sonra adam ölür...
Musa aleyhisselam bakar ona cennette köşk hazırlanmış. Hikmetini merak eder ve sorar:
"Ya Rabbi bu kulun dünyada istedi, sen de verdin. Bu köşk nasıl elde edildi?" Şöyle cevap alır:
"Doğrudur, o dünyada istedi, biz de verdik. Bu köşkü ise parasıyla satın aldı..."
Yüce dinimiz, bir kişinin bakmakla mükellef olduklarının nafakasını temin için yaptığı çalışmayı beş vakit namazını kılması şartıyla ibadet saymış ve büyük sevaplar vadetmiştir...
Şunu unutmayalım ki; dünyaya çalışmayı, para kazanmayı ibadet kabul eden dinimiz, çalışmayı değil, dünya sevgisini çirkin görüyor...

Yorum Yazın

Bu Habere Henüz Yorum Yapılmadı. İlk Sen Ol