Bizimkilerin tam aydini, yari aydini, çeyrek aydini, tam cahili, yari cahili, kara cahili, kör cahili, zir cahili var.
Bu vatani, demokrasiyi, memleketi, sosyalizmi ve daha daha neleri, hep içki basinda kurtarmayi düsünmüs, içki masasinin basinda bu konuda planlar, programlar yapmis, projeler üretmisiz. Evveliyatindan bu yana böyle gelmis, ikinci bir emre kadar da böyle gidecek sanirim. Raki basinda, alkolle efsunlanmis, mayhoslasmis, hatta tirlatmis beyinlerle vatan kurtarmak hirsindan ne zaman kurtulacagiz bilmem ki!
Yirmi otuz yildir çok begenerek, severek dinledigim bir sarki var. Serter Bagcan söyler: "Kuytu bir meyhanede bulustu üç arkadas, içtiler yavas yavas." Hani, kafalari çektikten sonra bugday ambarlarini sonuna dek açiyorlar, tüm açlari doyuruyorlar, yeryüzündeki bütün silahlari kirip yok ediyorlar. Böylece, kalûbelâdan bu yana savasin atesinde yanip kavrulan Dünyamizin üzerine barisi getiriyorlar... Bütün bunlari da ellerindeki sözde sihirli degnekle yapiyorlar. Dünyanin düzenini degistiriveriyorlar. Aciyi, kederi, tüm haksizliklari, yolsuzluklari, hirsizliklari, hokkabazliklari, sahtekarliklari, düzenbazliklari, sömürüyü, namussuzlugu, ortadan kaldiriyorlar. Silip süpürüyor, hepsini büyük bir çöp tankerine doldurup, Atlas Okyanusunun derin sularina gömüyorlar. Bizim, vatan kurtarisimizin taktigi, yöntemi, biçimi de bu degil mi?
Sonra ne diyor sarki? Meyhaneden çikiyordu üç kafadar. Serin serin rüzgar suratlarina vurunca veya günes yansiyinca gözlerine, ayiliyor, alkolün etkisinden kurtuluyorlardi. Bir de bakiyorlardi ki, dünya ayni dünya, yeryüzü ayni yeryüzü. Meyhaneye gireliden bu yana degisen herhangi bir gelisim olmamis.
Serter Bagcan veya o sarkiyi artik her kim yazdiysa (O da yazmis olabilir), sanki bizi anlatmis. Beni ve yakin çevremdeki. Biz de her seferinde ayni seyi yapmiyor muyuz? Raki beynimize girip bilincimizi kiralayip aklimizin yerine geçtikten sonra neler yapmiyor, neleri degistirmiyoruz ki. Önce demokrasiden basliyoruz. Hemen ardindan partilere getiriyoruz sirayi. Hükümeti deviriyor yenisini kuruyoruz. O kadarini basaramadiysak hiç degilse birkaç bakani degistiriyoruz.
Derken sendika, sendikali yasam. Hatta, bir keresinde üç kisi oturmus içerken, bu sendikayi begenmiyorsak biz pekala kafamiza göre, kendimize uygun bir sendika kurabiliriz düsüncesini gelistirmistik. Daha sinifinda dogru dürüst bir kol etkinligini yürütemeyen, törenlerde bayramlarda, önemli günlerde arkadaslari, ögrencileri ve velî çevresi üstünde, okul genelinde hiçbir çok önemli atilimda bulunamayan, köklü degisimler öneremeyen, önerse de getiremeyen, cesaret edemeyen, yolunu yöntemini belirleyemeyen bizler...
Elin oglunu gördük. Sokak sokak, ev ev, kapi kapi dolasip, seriatin çok matah bir sey oldugunu, hatta sahane bir yasam biçimi oldugunu nasil da anlatabildiler bu her anlatilani, adam gibi anlattiktan sonra hemen de benimseyebilen halka! Anlatir elin oglu. Demek ki, ayik kafayla, sehir sehir, kasaba kasaba, köy köy, mahalle mahalle, sokak sokak, ev ev dolasmak, gezmek, oturup konusmak gerekiyormus. Öyle mi? Bu insanlarin bize böyle bir yarari oldu. Bu yöntemi ve bu yöntemin sonuç alici bir biçim oldugunu bizlere örnekleyerek anlattilar.
Biz halâ kullanmayi düsünmüyor, denemiyoruz.
Bugünkü ekonomik sistemin halkin, emekçinin isine yaramadigini biliyoruz. Topumda bu konularda gerçekten yetkin beyinler var. Onlar bir seyler üretiyor, bir takim yollarla bizlere ulasabiliyorlar. Bir seyler anliyoruz. Bir seyler algiliyoruz ama anlatamiyoruz. Bir seyler biliyoruz, seziyoruz, bunun nasil yapilmasi, niçin yapilmasi gerektigini de biliyoruz, yapmiyoruz.
Sosyal adalet denen kavramin en üst noktasinin sosyalizm oldugunu, sosyalizmden asagisinin git gide kapitalizme, emperyalizme geçis oldugunu, toplum vicdani için yetersizlige dogru indigini, hatta bugün bizlere bazi seylerin sosyal adalet diye anlatilisinin büyük bir yalan ve yutturmaca oldugunu biliyoruz ama algilamiyoruz. Kapitalizmin, emperyalizmin her tür melanete açik oldugunu da...
Gerçek demokrasiyi, adam olmayi, insan gibi davranmayi, hak yememeyi, yedirmemeyi, hakkimizi savunmayi, baskalarinin hakkini da savunmayi, halkin umutlarinin, çikarlarinin, halkin gerçek huzurunun ve mutlulugunun nasil saglanabilecegi konusundaki görüs ve düsüncelerimizin hiç birini gerçek sahibine ulastiramiyoruz. Hani, bütün bu güzellikleri bizler bile basaramiyor, bütün bu önerilerimizi bizler bile savunamiyor, üstüne gidemiyoruz ya, o neden? Yalniz kalisimizdan. Çünkü, halka anlatip, halk yanimiza çekilemiyor ki. Åzu kadar yildir sendikal mücadele deyip duruyoruz da halkin lalettayin bir üyesi olmak durumundan öte gidemeyen ögretmen arkadasimiza, belki kendimize bile sendikali olmanin, gerçekten sendikali gibi davranabilmenin biçimini anlatamiyoruz ki. kendimiz bile, ferdiyetçiligin önüne tam olarak geçip, toplumsal kavramlari tam olarak algiladigimizi nasil iddia edebiliriz! Seksen öncesi bir moda vardi: Devrim, silahli mi olmali, silahsiz mi? Yani, silahla mi devrim yapilmali, yoksa bilinçlenerek oyla mi düsüncemizi iktidar yapabiliriz?
Iyi ya! Sonra da birileri çikti, "kanli mi, kansiz mi" tartismasi baslatti. Canimiz sikiliyor. Bir zamanlar bizden yana birileri de böyle bir ikilem içindeydi. Hatta, neredeyse "silahli devrimi" savunanlardan yana olmamak, müstakbel devrime karsi çikmak, devrim siarina ihanet etmek gibi bir sey sayilmiyor muydu?
Bu teknikler, taktikler, ancak ve ancak, halk denilen, bilinçsiz ve egitimsiz birakilmis en büyük toplum kitlesini korkutmaya, ürkütmeye, kaçirmaya, yildirmaya yaramadi mi? Kendimizden ve düsüncelerimizden sogutmaya yarar. Baska neye yarar? Bu da amaçlara zarar verir, zarar.
Öyle olmadi mi? Aydinlanmamis toplum, aydinlanmamis isçi, çiftçi, köylü, memur, sokaktaki, tarladaki, fabrikadaki insan... Genç, yasli, kadin, erkek... hepsi bugün sola karsi degil mi, sola düsman degil mi? Sagdan yana ne söylenirse söylensin matah, mubah, hak, dogru, hukuka uygun, vatana millete uygun, çok sahane...
Soldan yana sam yeli bile esse, felaket. Insanlar zemheriye tutulmus gibi tiril tiril titresiyorlar. Öfke nöbetine yakalaniyorlar.
Oysa her seyden önce bunlara, bizim anlatmaya çalistiklarimiza, bizim düsündüklerimize yakin olmasi gerekirken... Bütün bunlara, bu haklarin gerçek sahipleri olan bu insanlarin sahip çikmasi gerekirken... Biz hamala küfenin, ata otun, ite etin, esege semerin, kediye sütün, çimene tirpanin, ekine oragin, harmana dövenin, kara kisa karsi kömürün, kaloriferin iyi geldigini biliyoruz da, halka anlatamiyoruz. Belki de anlatmiyoruz. Anlatabilmenin, algilatabilmenin bir yolunu bulamiyoruz veya bulup uygulayamiyoruz. Sonra ferdi olarak halka birileri böyle bir seyler mirildaniyor. Bu sözler halkin kulagina çok yabanci geliyor. Iste bu halkin gözünde o adam oluyor vatan haini. Pir Sultan gibi bir sey. Vatan kahramani, en azindan halk kahramani olmasi gerekirken, Denizlerin asilmasi gibi bir sey.
Gezmisler bosuna mi asildi bu ülkede? Ve o asilisin arkasindan bu halk bosuna mi alkis tuttu? Bugün hangi köyde, hangi toplumda, kaç tane insan bulabilirsiniz, Gezmislere hak veren, en azindan küfretmeyen?
Bizler, "ulu önder Atatürk"ten sonra, "ikinci ulu önder Aziz Baba"yi da küfürlerle yadeden halkin karsisinda, hangi karsi durusu, hangi isyani, hangi feryadi ve hangi tutarli açiklamayi yükseltebiliyoruz. Adama, dileyen diledigi gibi küfrediyor.
Bizim devrimci akil hocalarimiz, keskin devrimcilerimiz, hep halkin önünde olmuslardir. Hem de bu öyle bir önde olustur ki... çok önde olmuslardir. Bu hantal yapili, bu agir devirli, bu yavas yürüyen halka, sik sik dönüp bakmayi düsünmeden, sik sik kontrol etmeden...
Geri dönüp bakmayi gericilik sayan, ödün vermek sayan akil önderlerimiz sayesindedir bütün bu olumsuzluklar, çaresizlikler ve çikmazlar. O kadar fazla öndeyiz ki halktan, elimizi geri uzatsak, halkla elele tutusamayacak kadar uzun bir aralik olusmus. Ipler kopmus, baglar çözülmüs, ilgiler, iliskiler yok olmus.
Is isten geçtikten sonra da çok fazla gerilerde kaldigini gördükleri halka kapris ve küçümseyis dolu bakislar atip hemen bir yafta: "Gerici"!
Gün gelir adama sorarlar. "Sen ilericisin de ne yaptin? Hangi mürüvvetini gördük?"
Bu kadar da ilerici olmanin geregi yoktur. Halki dislayarak, halktan koparak, halki çok gerilerde birakarak ilerici olmak sevdasindan caymaliyiz. Halki dislayarak, halk adina bir seyler yapmak umudundan vaz geçmeliyiz. Bir seyler yapacaksak eger, halkla birlikte kalkisarak, halkla birlikte acikarak, halkla birlikte yiyerek ve doyarak, halkla birlikte uyuyup, yine halkla birlikte uyanarak. Yani, halkin bir gözü körse, biz de önce bir gözümüzü yumarak...
Fazla ileri gidip, fazla ilerici olduk gibi geliyor insana. Uzansak ellerini tutamayacagimiz bir mesafe. Biraz otursak diyorum. Hem bu arada dinlenmis oluruz. Dinlenirken biraz düsünür, yeniden toparlaniriz.
Bu arada onlar da gelip bize yetisir. Birlikte yürürüz. Elele, gönül gönüle yürürüz. Yine onlarin önünde, yine onlari ileri dogru çekmeyi amaçlayarak.
Geri gitmemek üzere...
Ama...
Kopmadan...
El ele...
Rakimizi da halkla birlikte içerek.
Ama, devrimleri içki masalarinin disinda, ayik kafayla planlayarak ve yaparak...
Halkla birlikte yasayarak, kederi de kivanci da tasayi da ögüncü de umudu da umutsuzlugu da...
Artik, içki masalarinda devrim yapmaktan, halki ve vatani raki basinda kurtarmaktan vazgeçsek diyorum.
Yoksa bu gidisle "Asiye" bile kurtulmayacak.
Yanlis mi düsünüyorum?
Bu Habere Henüz Yorum Yapılmadı. İlk Sen Ol