Selçuklu Türkiyesi’nin milletlerarası ticaretten en çok kazandığı iş sahası, Doğu ile Batı, hatta Güney ile Kuzey arasındaki ticari alış verişi sağlayan Anadolu yollarında yapılan kervan ulaştırımı olduğundan hiç şüphe yoktur. Baş şehir Konya merkez olmak üzere, bu yollardan başlıcalarının geliş ve gidiş yönleri şöyledir: Antalya ve Alaiye limanlarından gelen bir anayol Konya üzerinden Aksaray- Kayseri- Sivas- Erzincan- Erzurum üzerinden İran ve Gürcistan'a, bu yolun Sivas'tan güneydoğuya ayrılan bir kolu Malatya- Diyarbakır- Mardin- Musul üzerinden Bağdat ve Basra'ya; İstanbul- İzmit- İznik- Eskişehir- Akşehir- Konya- Ulukışla- Adana- Halep- Şam üzerinden Mısır'a ve Halep'ten ayrılan diğer bir kol Kilis- Nusaybin- Musul-Bağdat ve Basra’ya gene Antalya ve Alaiye'den gelip, Konya'dan kuzeye çıkan bir yol Ankara- Çankırı- Kastamonu- Sinop üzerinden Kırım doğrusuna uzanıyordu.
En mühim olanlarını gösterdiğimiz bu yollarda kalabalık kervan kafileleri aralıksız ticari eşya taşımakta olduklarından, soygunculuğa karşı güveni ve yolcuların geceleri konaklayacakları yerlerdeki istirahatlarını sağlamak bir mesele haline gelmişti. Bunun üzerine, menzil olmaya elverişli yerlerde hanlar inşası usulü ortaya çıktı. Harabelerinin bugün de gördüğümüz ve içlerinden bazıları mimari örneği olarak hala ayakta duran Selçuki kervansarayları o hayatın hatırasıdırlar. Kervan kafileleri bazen indikleri kervansaraylarda günlerce yatarlar, hatta bir kısım yüklerinin icabında buraya depo ederler, hasta hayvanları ve yolcuları tedavi ettirmek zorunda kalırlardı. Bazı büyük kervansaraylar ticaret kervanlarının bu ve buna benzer her türlü ihtiyaçlarını karşılayacak mükemmelliyetteydiler. Tabii buna karşılık, kervansaray idaresine yolcular tarafından bir misafirlik ücreti ödeniyordu. Bu suretle kervansaraylar, sahiplerine mühim bir gelir kaynağı olmaktaydı. Bir kervansaray inşası az parayla başarılamayacağından, bugün bizce bilinen meşhur kervansaraylar zamanının en zenginleri olan Selçuki sultanları, vezirler, emirler veya başka zenginler tarafından, kendileri için bir gelir kaynağı olarak yaptırılmışlardı. Bu gibi tesislerin geliri, zamanla ya hanı yaptıranların kendisi ya da evladı yahut onu herhangi bir suretle ele geçiren tarafından vakıf haline getirilmekteydi. Mamafih, az ölçüde de olsa, bazı kimseler de parasız konaklanacak hanlar yaptırmış olmalıdırlar.
Bütün Batı Anadolu Türkiye'ye geçtikten ve Rumeli de alındıktan sonra, devletin iktisadi ve siyasi merkezlerinin Marmara çevresine kayması üzerine, bir taraftan yukarıda bahsettiğimiz büyük yollar şebekesi esaslı surette değiştikten başka, kervan nakliyatı da eski önemini kaybetmiş, Selçuki kervansarayları, kullanılmamaları neticesi, zamanla birer tarih harabesi halini almaya başlamışlardır ki aşağıda ayrıca anlatacağız.
XIII. asır ortalarındaki Türkiye'nin içtimai müesseseleri ve hatta siyasi teşkilatı yönünden devletin kuruluşundan Kösedağı Harbi sıralarına kadar olan zamandakinden çok farklı hale gelmiş olduğunu kabul etmek icabeder.
Mesala, Mevlana devri askeri iktilarının, dini müesseselerin, idari ve iktisadi teşkilatın, kısacası, bütün müesseselerin XII. Asırdaki bütün hususiyet ve asaletlerini muhafaza etmiş oldukları düşünülemez. Hatta halkın içtimai dini ve siyasi görüşlerinde de derin değişiklikler olmuş bulunuyordu. Bunu anlamak için hadiselere umumi bir göz atmak yeter.
Anadolu Selçuki hükümeti (ilk zamanlarda hükümetçiler), Malazgirt Meydan Muharebesi'ni izleyen yıllarda, Büyük Selçuki İmparatorluğu'nun "uç beyliği" durumundaydı. Bu hali ile devlet fetihçi bir karakter taşımakta ve dayandığı ana siyasi müessese de askeri iktalardan ibaret bulunmaktaydı. Yani, Türkiye'nin temel siyasi kuvvetini, o zaman miri sayılan, fetolunmuş toprakların Türkmen asıllı askerlere maaş olarak bağlanmasından meydana gelen Ordu teşkil ediyordu.
Sipah denen bu askerler, kumandanından erine kadar hâsılatı (çiftçiden alınan rüsumu) kendilerine bağlayan köylerde oturmakta ve lüzumunda, devlet davet ettiği zaman, hemen toplanarak sultanın gösterdiği hizmeti görmekteydiler. İkta sahipleri ihtiyarladıkları veya öldükleri zaman, evlatlarına ancak vazifelerinde ilk kademeyi teşkil etmiş olan iktalar intikal etmekte, terfilerle kazandıkları kısımlar ise miriye geçmekte yahut o vazifeye yeni tayin olunana verilmekteydi.
Devlet hizmetlerinin, iktalarını kendi namlarına tescil ettirmeleri için bir tek yol kalıyordu ki, o da vazifelerine bağlı ikta arazisini vakfettirmeleriydi.
Kaynak: Prof. Dr. Mustafa Akdağ
Türkiye'nin İktisadi ve İçtimai Tarihi 1 (1243 - 1453)
Bu Habere Henüz Yorum Yapılmadı. İlk Sen Ol