Hayırlı Cumalar sevgili okuyucular.
Hikmet ehli zatlar buyuruyor ki:
Ehl-i sünnet kitaplarının yayılması için yapılan bu hizmetlerden maksat, Allahü teâlânın dinini, Onun kullarına doğru olarak ulaştırmaktır. Onların, dünya ve âhiret saadetlerine kavuşmalarına çalışmaktır. Bu yüzden bu hizmetlerde ancak, ihlâslı olanlar çalışır. İhlâslılar var oldukça, hizmetler devam eder.
Çalışanların ihlâsı azalırsa, hizmetler de azalır. Şayet ihlâs tamamen biterse, Cenâb-ı Hak, şükrü eda edilmeyen bu hizmet nimetini, ihlâsını kaybedenlerden alır, ihlâslıların bulunduğu başka diyarlara, başka memleketlere götürür ve bu hizmetler oralarda devam eder. Çünkü Allahü teâlâ, ezelde, İslamiyet'e yapılan hizmetlerin devam edeceğini takdir buyurmuştur.
Onlar sizi de, bizi de kurtarır
Bu hizmetlerin diğerlerinden farkı şudur:
Başkaları, (Bize gel, biz seni kurtarırız!) derler. Hak yolda olanlar ise, (Ehl-i sünnet âlimlerine gidelim, onlar sizi de, bizi de kurtarır) der. (Biz sizi kurtarırız) yahut (Gel bize tâbi ol) gibi bir iddiada bulunamazlar, çünkü din büyükleri böyle bir iddiada bulunmuyorlar. Mesela merhum hocamız buyurdu ki:
(Bizim yaptığımız bunca hizmetin ecri, sadece ve sadece mübarek hocam Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî hazretlerine aittir, çünkü bu hizmetler onlar vasıtasıyla olmaktadır. Bize ait bir şey var dersek, felakete uğrarız. Bu hizmetlerin zerresini kendimden bilsem, yanarım, mahvolurum. Bizi doğru yola sevk eden o büyüklerdir. Biz onların haklarını ödeyemeyiz. Bizim kitaplarımız çok kıymetlidir. Neden? Çünkü içinde bize ait bir kelime, bir yazı yoktur, kıymeti tamamen büyük zatların yazılarını ve sözlerini nakletmekten ibarettir. Çünkü din nakle dayanır.)
Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri de (O büyük zatların yanlarında bulunsak, bizi hesaba katmazlar. Aralarında bulunmasak, aranmayız, hatırlarına bile gelmeyiz. Biz hiçiz!) buyururdu.
O hâlde, biz de bu büyükler gibi mütevazı olmalıyız. Yol levhası gibi olup, o büyüklerin yolunu göstermeliyiz. Yol levhası olmak çok kıymetlidir. Çünkü Cehenneme götüren yol levhaları da çok var. Levhanın maddi değeri azsa da, gösterdiği istikamet çok önemlidir.
Sual: Körü körüne görmeden inanmak mı, yoksa araştırarak inanmak mı gerekir?
CEVAP:
İman ve âhiret işleri görerek olmaz. İmanda gayba inanmak esastır. Allahü teâlânın bildirdiği her şeye görmeden inanmak gerekir. İman, görmeden olur. Görünce iman olmaz. Gördüğünü söylemek olur. Onun da hiç kıymeti olmaz.
Hazret-i Ebu Bekir'in, görmeden, aklını kullanmadan, bir anda Mirac'a gidip geldiğine inanarak Resulullah'ı tasdik etmesi, imanını yükseltmiştir. Güneş'ten daha parlak olan imanından dolayı Peygamber efendimiz, (Ebu Bekir'in imanı, bütün insanların imanları toplamıyla tartılsa, Ebu Bekir'in imanı daha ağır gelir) buyurmuştur. İman, görmeden inanmaktır. Kur'an-ı kerimde, sâlihler övülürken, (O müttekîler, gayba inanırlar) buyuruluyor. (Bekara 3)
Demek ki gayba inanmak, müttekîlerin vasfıdır. (Resulullah ne bildirmişse doğrudur) diyerek inananlar kurtulmuştur. İman, araştırarak, akıl yürüterek elde edilen bir şey değildir. İslam âlimleri imanı şöyle tarif etmişlerdir:
İman, Muhammed aleyhisselamın, peygamber olarak bildirdiği şeyleri, tahkik etmeden, akla, tecrübeye ve felsefeye uygun olup olmadığına bakmadan, tasdiktir. Akla uygun olduğu için tasdik etmek, aklı tasdik etmek olur, Resulü tasdik etmek olmaz. Yahut Resulü ve aklı birlikte tasdik etmek olur ki, o zaman Peygamber'e itimat tam olmaz. İtimat tam olmayınca, iman olmaz. Çünkü iman parçalanmaz. (S. Ebediyye)
Bir kulun vazifesi, dinin emir ve yasaklarının hikmetini araştırmak değil, verilen emri noksansız yapmaya çalışmaktır. Allahü teâlânın emirlerinin sebebini ve hikmetini anlamak, kullar için çok zaman mümkün olmaz. Bunun için atalarımız, (Hikmetinden sual olunmaz) demişlerdir. Aklın acizliğini göstermek için de şöyle demişlerdir:
İdrak-i meali bu küçük akla gerekmez,
Zira bu terazi, bu kadar sıkleti çekmez.
Yani, (Akıl bu işin hikmetini anlayamaz, sırlarını kavrayamaz, çünkü bu terazi bu kadar ağırlığı çekemez) demektir. Öyle ya, kuyumcudaki terazi ile odun kömür tartılamaz. Akıl da, Cenneti, Cehennemi ve âhiret hâllerini anlamaktan âcizdir. Bu hususlarda dinimizin bildirdiklerine, araştırmadan, sorgulamadan inanmak lazımdır.
Sual:
Din büyüklerinin yakınlarını üzmek, kendilerini üzmek gibi tehlikeli olabilir mi?
CEVAP:
Elbette tehlikelidir. Büyükleri, ne şekilde olursa olsun üzmek, insanın ebedî felaketine sebep olur. Enver Abimiz şöyle anlatmıştı:
Büyüklerimiz buyuruyor ki: Zâde; oğul, evlat demektir. Üç zâdeden çok çekinmelidir: Bunlar, şehzâde, seyyidzâde ve pirzâdedir.
1- Şehzâdenin babası padişahtır. Padişahın oğluna dokunmaya gelmez. Padişah yetkilidir, suçluyu cezalandırmaktan da çekinmez.
2- Seyyidzâdenin dedesi Resulullah'tır (aleyhissalatü vesselam). Evlada yapılan babaya yapılmış demektir. Evlâd-ı resulün kalbini kıran, dedelerini üzer. Resulullah'ı üzenin de hâli haraptır. Onun için seyyidleri üzmekten çok sakınmalıdır.
3- Pirzâdenin babası hocandır. Ona yaptığın her şey hocana gider. Yaptığın kötülük ise, akıbeti ne olur, bilmek zordur. Bir mürşid-i kâmilin çocuğuna veya yakınlarına edepsizlik etmek çok tehlikelidir. Çünkü yolun aslı esası baştan sona edebdir. Ne ilim, ne fazilet, ne keramet; önce edep gelir. Şah-ı Nakşibend hazretleri, (Yolumuzun başı, ortası, sonu edeptir. Hiçbir edepsiz, Allah'ın sevgili kulu olamaz) buyuruyor. Mevlana Halid-i Bağdadî hazretleri de, (O mübarek zatlara karşı ufak bir saygısızlık, ufak bir edepsizlik yapan, o kalbden bir düşen, yedi kat gökten düşmekten beter olur) buyuruyor.
Büyük bir zatın çok sevdiği bir genç vardı. Oğlunun arkadaşıydı. Devamlı eve gelir, saatlerce kalırdı. Âdeta hane halkından biri gibi olmuştu. Hattâ bir ara bu genç hastalanınca, iyileşmesi için, hocası olan o zat hayvan adayıp dualar etmişti. O çok sevildiğini, böyle çok ilgilenildiğini görünce şımarıp haddini aştı. Bir gün hocasının oğlunun aleyhinde konuştu. Hocası çok üzülüp, (Sen kim oluyorsun da, benim çocuğum hakkında öyle konuşuyorsun? Onun terbiyesini sen mi vereceksin? Çık buradan!) diye azarladı. Genç kaybolup gitti, bir daha gölgesini gören olmadı. Büyüklerin tavuğuna, köpeğine dokunan bile yanar. Nitekim Şeyh Muhammed Salih hazretlerinin hayvanlarına dokunanın, zarar verenin, hayvanları ölüyormuş.
Aklı, edebi olan, büyüklerin evlatları, torunları hakkında ileri geri konuşmaktan ve aklının ermediği işlere karışmaktan sakınmalı, böylece felâkete düşmekten çok korkmalıdır.
Bu Habere Henüz Yorum Yapılmadı. İlk Sen Ol