Geçen hafta yazdığım bu yazımı; gelişmeler çok ani, hani sıcağı sıcağına yazmayayım düşüncesiyle kendime saklamıştım da, insanın söyleyeceği o kadar çok şey varken adeta dili tutuluyor. Olaylar o kadar hızlı gelişiyor ki bırakın bir hafta on günü bir saat önce yazdığınız bile bir anda eski olabiliyor.
Gezi olayları masum bir çevre duyarlılığı gibi başlayıp akıl almaz boyutlara ulaştıktan sonra pek çok kişi aslında yapılmak istenenin başka bir şey olduğunu anlayıp geri çekilmişti. Dershane tartışmaları da ilk başladığında ne olduğu pek anlaşılmasa da giderek çirkin boyutlara ulaşınca, biraz olsun bilgi sahibi olanlar bu tartışmanın dershane değil başka şeyleri çağrıştırdığını hep söylediler. Son zamanlarda gerek iktidar kanadından gerekse bizzat Fethullah Gülen hoca tarafından bu yüksek seslerin aslında kendi taraftarlarından çıkmadığını söylerken işi çığrından çıkmaya başladığının farkındaydılar herhalde. Hadi şimdi gel de fitne olduğuna inanma... Ama fitne olduğuna inanmak bilmek yetmiyor, fitne bir miktar amacına ulaştı. Bir bardak suda fırtınalar kopararak önce ikilik yaratmayı başardılar, eğitim alanında çok değerli hizmetleri olan Fethullah Gülen ve ekibini çok kişinin gözünde bir hiç durumuna düşürdüler, herkesin dikkatini o yöne çektikten sonra da asıl işlerini yaptılar. Gel de şimdi darbe teşebbüsü deme... Benim hatırladığım 12 Eylül öncesinden beri faktörler, aktörler farklı olsa da senaryolar aynı: Karıştır, böl, yık.
Sakın yolsuzluk ve rüşvet davalarını savunduğum sanılmasın, yapmışlarsa yazıklar olsun hesabı sorulsun, hem ülkeyi hem Sayın Başbakanı ve ekibini zor durumda bıraktılar. Ama sıra Halkbank meselesine gelince orda durmak lazım. Nasıl oldu da birbirinden bağımsız bunca dosya için aynı anda düğmeye basıldı...
Biz Dershane tartışmalarıyla oyalanırken, bilenler aslında bu günkü senaryonun çok önce yazıldığını, bu gün sadece sahnelendiğini söylüyor, yazıyorlardı. Acaba Sayın Başbakan da yaklaşan tehlikenin farkında olup artık önünün kesilmesi gereğine mi inandı diye düşünmekten kendimi alamıyorum.
Dedim ya aktörler farklı olsa da senaryolar aynı diye. 27 Mayıs 1960 öncesini biz hatırlamıyoruz, anlatılanlardan biliyoruz. 28 Şubat dönemi geldi gözlerimin önüne... Basılı ve görsel basında her gün çarşaf çarşaf acayip giyimli ''Aczmendi'' fotoğrafları görüntüleri. O güne kadar haklarında kimse bir şey bilmiyordu, hatta varlıkları da bilinmiyordu (şimdi de kimse bilmiyor ya). Bu gün Dershane tartışmaları nedeniyle istifa eden Hakan Şükür'ün adı da onlarla anılıyordu, sonrası malum.
İktidara diz çöktürmeye çalışanların bilmediği ya da unuttuğu bir şey var: Biz eskiden yük hayvanı olarak manda koşardık. O mübarek hayvanlar yükün ağır olduğunu anladığında öyle bir diz çöker diz üstü yürürlerdi ki; neredeyse arabayla taşıyamayacakları yük yoktu.
Peki ülke'de yolsuzluk ve rüşvet var mı? Allah aşkına herkes kendine bir sorsun, kim her hangi bir işi için siyasetçilerden, devlet adamlarından, sıradan memurlardan yardım istemedi? Demokrasinin halâ kör topal yürütülmeye çalışıldığı, on yıldır bu kadar hızlı bir kalkınma hamlesi yaşanan ülkede yoktur demek mümkün mü. Var olması başka şeydir, olmaması için mücadele başka şey, tabi ki olmasın, yapanlar cezasını çeksin.
Halkbank'ın özellikle İran ile ilgili faaliyetlerinden rahatsız olanların kendi şirketleri bu faaliyetlerin içinde olunca onlara kimse karışabiliyor mu. Onlar ''düşmanlık başka, alışveriş başka'' palavrasıyla her türlü ticareti yaparken kaç tane yabancı şirket böyle bir denetime tabidir ya da rahatsızlık verir. İslam aleminin başına bela ''Masonluk, Misyonerlik'' gibi teşkilatların kaynakları nereden karşılanır kimse sormaz, soramaz. Onlara rahatsızlık veren şey Türkiye'nin giderek uluslararası her alanda söz ve pay sahibi olmasıdır. Dünyanın bir çok yerinde Müslümanlar zulüm altında inlerken, dünyanın kaderi beş devletin, dolayısıyla beş kişinin dudakları arasındayken, bunun yanlış olduğunu dillendiren bizim Başbakanımız.
Bize bakanların ve çocuklarının karıştığı söylenen rüşvet, yolsuzluk gösterilirken, ülke içinde ekonomik krizi aşmada en önemli sektörümüz olan, ülke dışında müteahhitlik alanında en başarılı olduğumuz inşaat sektörü ve bir anlamda öncü kurum olan TOKİ inşallah çok darbe almaz.
Türkiye yara alsa da bu süreci sağlıklı olarak aşmak zorunda. Yoksa bu işi planlayanlar varsa, ellerinde bizi kendilerinin yarattığı bu sözde karanlıktan kurtaracak bir sihirli formül ve kadroları da mutlaka vardır. Tarih tekerrürden ibaretmiş ya... Ekonomiden siyasete bu güne kadar ki tüm krizlerden güçlenerek çıktık. Eğer koskoca Türkiye Cumhuriyetinin Hükümeti ve onu oluşturan Ak Parti iktidarı bu krize dayanamayacaksa zaten yıkılsın.
sairmehmet39@hotmail.com
0 539 839 75 78
Bu Habere Henüz Yorum Yapılmadı. İlk Sen Ol