İşte öykü dalında dereceye giren eserler

İşte öykü dalında dereceye giren eserler;

 

KULAĞINDA KEMAN SESİ

Gülsüm Hanım, zor ve yorucu geçen bir nöbetin ardından uzandığı kanepede biraz fazlaca uyuduğunu fark etti. Saatine baktı. Kalktı, giyindi. Bu eve taşındığı günden bu yana, işe gitmeden önceki son dakikalarını terasta geçirmek gibi bir alışkanlığı vardı. Yirmili yaşlarından beri yanında çalışan Fatma Hanım'ın getirdiği az şekerli, çok köpüklü kahveyi burada içer, çiçeklerle konuşur, geçmişte düşünü bile kurmaya cesaret edemediği böyle bir evde, Tanrı'nın ona verdiği bu nimetlere binlerce teşekkür ederdi. Kafasında planlamaya çalıştığı birçok işin karmaşıklığı içinde kahvesini yudumlarken Fatma Hanım'ın gerekli olmadıkça duymadığı ürkek sesiyle irkildi:

- Gülsüm Hanım, şu yorganı kaldırmasak, birine versek diyorum. Çok eskimiş.

 Bahar artık iyiden kendini hissettiriyor, acımasız kış yelleri, yerini, güneşin sıcacık kollarına bırakıyordu. Ağaçların kuru, çıplak bedenleri sanki bir gecede yeşillerini giymiş, uzaklardan gelen yorgun kuşlara ev sahipliği yapmak için sabırsızlanıyordu. Baharla birlikte tüm canlılar ortaya dökülmüş, her biri farklı bir telaşla koşuşturuyordu. Çam ağacı,  dört mevsim yeşil kalmanın keyfiyle, diğer ağaçları ayrıcalıklı bir eda ile seyrediyordu. Leylek ana, her yıl geldiği karşı evin bacasında, yeni yavrular yapacak olmanın heyecanıyla yuvasını onarıyordu. Tanrı'nın doğaya, doğanın insanlara sunduğu bu güzellikler içinde, balkonlardan sarkan renk renk battaniyeler, yorganlar yazı geçirmek üzere dolaplara girmeden önce son kez güneşle buluşuyor, bu uçuk pembe, saten yorgan da zamana karşı direniyor, Fatma Hanım'ın kolları arasında yarısı sarkmış, yorgun, Gülsüm Hanım'ın vereceği yanıtı bekliyordu. Diriliğini yitirmiş, rengi daha bir uçuklaşmış, yer yer erimiş, mitili hırpalanmış, yılların anılarıyla buruşmuş,  yaşlı yorganla göz göze geldi Gülsüm Hanım.

-"Hayır Fatma Hanım, kalsın" diyebildi belli belirsiz.

Gözlerini hafiften nemlendiren yaşlara aldırış etmeden kahvesini bitirdi. Hızlı adımlarla üç kat merdivenleri indi. Evi her sabah en son terk eden kendisiydi. Eşi, çocukları çoktan gitmişlerdi.  Bu uçuk pembe, tavus kuşu işlemeli, saten yorgan, Gülsüm Hanım'ı yılların ardında kalan genç kızlığına götürdü. Bakışları sabitlendi bir an.

 ………………..

Gülsüm Hanım yıllarını öyle yoğun yaşamıştı ki. Annesini kaybettiğinde onbeş mi, onaltılı mı yaşlarda olduğunu anımsayamadı hemen. Her şeyin bir düzen içinde geçtiği,

dededen kalma, küçük, bahçeli evin duvarlarında bir zamanlar keman sesi yankılanırdı. Önce anneannesi, sonra annesi, şimdi de kendisi ses veriyordu kemanına. Evin annesi;

 -"Ablam öğrenemedi, ben öğrendim. Babam benimle gurur duyardı." diyerek, etli, minik çenesinin altına sıkıştırdığı kemanıyla, orada bulunan herkesi farklı dünyalara götürür, kemanın yayı, teller üzerinde gezinirken çıkan ses, odanın içinde dolanıp dururdu. Annesi de Gülsüm Hanım'la gururlanır, bu sesin büyüsü kulaklarında, kızını hayranlıkla seyrederdi.  Gülsüm Hanım da ilerde böyle bir övüncü yaşayacağını bilir ama kiminle olacağını o yıllarda kestiremezdi.

Annesinin, bir gece vakti ani ölümü ile her şey değişti. Hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı düşüncesi beyninin kıvrımlarına yerleşerek, günlerce ağladı. Uykulu gözlerle her sabah uyandığında, annesini yine mutfakta kahvaltı hazırlarken bulmak istedi. Artık gelemeyeceğini anlamak onu sonsuz bir yalnızlığa sürükledi. Çaresiz, babası ve Timur Abisi ile yeni bir düzen kurmaya uğraşırlarken, eve gelen yeni anne, yeniden karıştırdı yaşamlarını. Bir yıla yakın süredir ev ve okulu birlikte yürütmekte zorlanan bedeni ve beyni, dinlenmeyi umut ederek sevindi, sonra annesine ihanet eder gibi oldu üzüldü. Yüreğini dolduran bu iki zıt duygu yer değiştirerek geçen zaman içinde, başka bir ilde kazandığı üniversite, evle zaten iyi gitmeyen ilişkilerini koparmaya yetti. Yeni anneyle birbirlerini hiç sevememişlerdi.  

Desteksiz, zor geçen yıllar birbiri ardına sıralanırken, maddi ve manevi çaresiz kaldığı günlerden birinde arkadaşının evine yerleşerek evlilik kararı aldı. Okul bitmemişti. Para yoktu. En azından en zorunlu harcamalar için paraya ihtiyaçları vardı. Yaşlı ve yorgun kemanı geldi aklına. Daha önce de birçok kere düşünmüştü ama başka çözümler bulmayı başarmıştı. Bu kez çaldığı her kapı yüzüne kapandı. İçi acıdı. Hem de çok acıdı. Birkaç arkadaşına söyledi. Tam değeri olmazsa da antika niyetine bir alıcı bulduğunda sevinemedi. O gece son kez çaldı. Ertesi gün gireceği sınavı bile düşünmedi. Aklına gelen her parçayı defalarca çaldı.  Temizledi, son kez akort ederek vedalaştı. Ertesi gün giderken unutmak istedi, unutamadı. Gece boyu düşünde bile çalmıştı. Uyandığında kemanın yayı parmakları arasında ileri geri gidiyordu. Nasıl unutsun ki…

Bu parayla, uçuk pembe yüzlü, üzerinde tavus kuşu işlemeli bir saten yorgan,  kalan parayla da kendine birkaç parça zorunlu çeyiz eşyası aldı.

O günden sonra bir daha hiç kemanı olmasını istemedi. Hiçbir müzik aleti çalmayı denemedi. Müzik öğretmeninin yetenekli bulup bir enstrüman çalmasını önerdiği kızına da keman almadı. Onun yerine piyano için kızını ikna etti. Gittiği bir lokantada masalarına yanaşıp keman çalmak isteyen, yoksul giyimli, zengin bakışlı gence bahşişini verip, kibarca uzaklaştırdı. Hiçbir yerde keman dinleyemedi. Yıllarca gizlemeyi başardığı bu sırrını kimseyle paylaşamadı. Bu olay, sancılı geçen ilk gençlik ve evlilik yıllarının armağanı olan unutulmaz anılardandı.

Evlendiği günden bu yana, uçuk pembe yüzlü bu yorganı üstüne çekerken kemanının sesi geldi kulağına. Çalan anneannesi, annesi ya da kendisiydi. O ezgilerle uyudu, uyandı. Ara sıra kemanı geldi düşlerine. Bitmek bilmeyen, hüzün dolu gecelerde masum bakışlarını Gülsüm Hanım'ın üzerinden ayırmadı. Bu bakışlardan kurtulmak telaşıyla uyandı. Suçlandı, çok suçlandı.

Şimdi de Fatma Hanım, "Bu yorgan yıpranmış, birine verelim." diyor.

 -" Haklı, ne bilsin ki…"

Başını kaldırdı. Uçuk pembe yüzlü, saten yorgan güneşlenmek üzere çıktığı balkon demirlerinden eriyip akacakmış gibi duruyordu. Omuzlarında yılların yükü vardı ama kalan ömrünü bu evde tüketecek olmaktan mutluydu. Yine bir keman sesi ulaştı kulağına; uzaklardan, çok uzaklardan, yorgun ve yaşlı...

Gözlerinden süzülen birkaç damla yaş, kulaklarında keman sesi, kendisini bekleyen onlarca hastanın telaşı düştü yüreğine. Biraz oyalandığını düşünerek, arabasına binip,  yol boyu uzayan salkım söğütlerin arasından, hızla uzaklaştı. MUNİSE TURAN

 

AT OLAMAYAN EŞEK

Bulgaristan topraklarında 89 öncesi.

Türkleri askere alıyorlar almasına ama hiçbir zaman güvenemiyor, önemli yerlerde görevlendirmiyorlardı.

Ne zaman ki zoraki isim değişiklikleri yapılmaya başlanıldı hızla...

Ondan sonra, ülkede artık Türk kalmadığı yolunda kesin bir kanı yayıldı Bulgar devletinin zihniyetinde.

Herkesi dümdüz askere alıp her tür görev verilmeye başlandı.

89 sonrası Bulgaristan'da kalan Türklerden Mollaoğullarının Mehmet, bir gün gelip askere alındı. Adı Mehmet değil, Bojidar'dı artık.

Bulgaristan'da, en önemli mevkilerden birinde askerlik yapıyordu. Nasıl olsa Türk değil, Bulgardı ya... Güvenilebilinirdi rahatça.

Mehmet'in birliğinde bir gün ilginç bir olay yaşandı.

Birliğin kamp kurduğu dere kıyısında, bir eşek görüldü.

Mehmet, bu eşeği yakalattı, yanlarına getirtti. "Bana bakın," dedi. "Nasıl? Bu eşeği dövsek, at yapabilir miyiz?"

Çevredekiler kahkahalarla güldüler bu söze. "Hiç öyle şey olur mu? Dövmeyle eşekten at yapılır mı?" dediler.

Mehmet, sanki bir bildiği varmış gibi diretti. "Ben, olur diyorum arkadaşlar. Denemesi bedava. İsterseniz hemen başlayalım," dedi.

Bu akla sığmaz deneyi başlatıp başlatmamakta alabildiğine kararsız olan askerlerin bir kaçı, ellerine kavi sopalar geçirdiler. Eşeği bir ağaca bağladılar emir gereği. Psikopatlık duygularını tatmin etmek isteyenler öncelik aldı. Ellerindeki sopalarla var gücüyle vurmaya başladılar hayvana.

Mehmet, "daha," diyordu. "Kuvvetli vurun. Bu kadar vurmayla değiştiremezsiniz. Hatta gerekirse kesmek için yatıralım. Belki korkuya kapılıp değişebilir..."

Dozu artan dayağın etkisiyle, eşeğin gücü, takati kesilmiş, boylu boyunca yere uzanmıştı.

O sırada uzaktan, büyükbaş komutanlardan biri göründü.

Askerler, eşeği dövmekten vazgeçmeye yeltendiler.

Mehmet, emrini yeni baştan haykırdı. "Devam, devam. Bakın, iki seksen uzandı. Bu hayra işarettir. Biraz sonra eşeklikten vazgeçip at olarak ayaklanacaktır. Aman aralık vermeyin."

Büyükbaş komutan, iyice yaklaşmıştı yanlarına. Bu komutan, 89 yılında, Türk halkına, Türk ırkına en çok zulmeden ve onları Bulgarlaştırmaya çalışanlardan biriydi.

Askerlerin yanına geldi. Ne yapmaya çalıştıklarını, zavallı eşeği neden böyle topluca dövdüklerini sordu.

Askerler hep bir ağızdan, Bojidar'ın böyle istediğini, emri onun verdiğini söylediler.

Komutan, Bojidar'a döndü. Bir de ona sordu bu işin kerametini, mahiyetini.

Bojidar, gayet sakin ve kendinden emin bir biçimde, "döve döve at yapacağız komutanım," dedi.

Komutan, bu anlamsız, bu saçma düşünce ve uygulama karşısında şaşkınlığını gizleyemedi. "Hiç olur mu böyle bir şey abe Bojidar? Hiç, meydan sopası yemekle, eşekten at olur mu?" dedi.

O zaman Mehmet, komutanın karşısına dikildi. Gözünün içine bakarak: "Eee komutan! Siz seksen dokuz yılında Türkleri döve döve Bulgar yaptınız. Bak, ben de onlardan birisiyim. O ki, döve döve Türk'ten Bulgar oluyor da, neden eşekten at olmasın? Hiç olur mu öyle şey," dedi. HASAN ÖZTÜRK

 

KARA TREN'İN KAÇAK YOLCULARI

''kara tren gecikir belki hiç gelmez

 Dağlarda salınırda derdimi bilmez

 Dumanın savurur halimi görmez

Gam dolar yüreğim gözyaşım dinmez''

-Bir sevda söylencesi nede güzel yakışmış melodilere, dedi.

Göz göze geldik, kızardım ve başımı önüme eğdim, beni dinlediğini anlayınca ne kadar da utanmıştım. Bizim oralarda yüzünü yabancı bir erkeğe göstermek, göz göze gelmek, hele de sesli, sesli türkü söylemek çok ayıp karşılanırdı. Türkü yüklü tren'in raylar üzerinden kayarken verdiği rehavetle farkında olmadan sesimi yükseltmiştim.

 Kara tren'in koynunda tanıştım Mustafa'yla. O töre cinayetinden, bense berdel evliliğinden kaçıyordum. Yer, yer beyazlamış kirli sakalının arkasına gizlemeye çalıştığı yorgun yüzüyle karşımda oturmuş; gözü dışarıda, kulağı bende dudaklarımdan dökülen türküye vermişti kendini. Daha kızarıklığım geçmemişti ki birden bire karanlık bastırıverdi. Bir tünele girmiştik ve tren'imiz tünele girmesiyle; dağların bağrına, törelere, bağnazlığa kara saplı bir hançer gibi saplanıvermişti sanki. Vagonun içi tekrar aydınlandığında göz göze geldik yine.

-Benim adım Mustafa dedi, tokalaşmak için elini uzatarak. Elini tutmadım ama:

-ben elif, diyebildim sıkılarak. Aynı memlekettenmişiz, o Ergani den bense Bismil dendim. Benim gibi oda ilkel törelerden kaçıyormuş. Uzun, uzun anlattı kendini. Acımasız törelerden şikayet etti daha çok. Büyük şehirlerde kimse kimseye karışmazmış, kadın erkek eşitmiş, araba süren kadınlar bile varmış hatta. Ben kah hayran, hayran dinliyor, kah etrafımızdaki yolculardan utanıp, anlatılanlar bana değilmiş gibi başka yöne bakınıyordum.

Tren yavaşladıkça tarifsiz bir korku sarıyor bedenimi. Arada dışarıya ve koridorlara bakınıyor, sonra tekrar kulak veriyorum Mustafa'ya. Bir yandan da dua ediyorum titrek bir yürekle. Peşimdekiler benden önce Diyarbakır'a ulaşmasınlar diye.

Yirmi yıl evvel dayısını öldüren adam, üç gün sonra çıkıyormuş hapisten. Onu vurması için bir silah tutturmuşlar Mustafa'nın eline, o da kabul etmeyip bu ilkel kanun' u kaçıp uzaklara gitmek için silahıyla birlikte binmiş nereye gittiği belli olmayan bir tren'e. İstanbul'daki asker arkadaşına gitmeye yolda karar vermiş. Konuşmaktan yorulup soluklandığı bir vakit, kendi kendime konuşur gibi mırıldanmaya başladım ben de; on altı yaşımda olmama rağmen kendimden kırk beş yaş büyük bir adama rızam olmadan, berdel usulü verilmek istendiğimi söyledim. Kanım ısınmıştı bu tanımadığım adama; güven veren bir havası vardı. Bir erkek tarafından değer verilmek, önemsenmek alışık olmadığım bir duyguydu.

Efkarından mıdır bilinmez; Bunca güzelliği ve bunca çileyi yüklenen bu kara tren, bacasından öbek, öbek dumanlar tüttürerek hızla yol alıyordu. Kim bilir beklide umuda koşarken; geç kalmışlığın kederi ile kafa tutarken kaderine varılası yerler düşler… düşlüyordur.

Bir tren'in kucağında akıp gidiyorum bilinmez bir zamana; kaf dağının ardına ulaşma hayaliyle… Kara bir tren'in koynundayım, gökkuşağını yalayıp çığlık çığlığa kendini karanlık gecenin derinliklerine atıveren bir tren'in. Bir ara öyle dalmışım ki pencereden akıp giden renk cümbüşüne. Canlı bir tablo izliyorum sanki, değiştir demeden değişen. Renkten renge, sevinçten hüzne, ayazdan yaza, yağmurdan güneşe dönüşüveren.

Varlığıyla gerek korku, gerek sevinç ve gerekse hüzün veren, çeşitli heyecanlarla kalp ritmini hızlandıran istasyonlardan; gözyaşlarıyla karşılanan ve gözyaşlarıyla uğurlanan bahtsız bir tren'deyim. Yolcu alıp vermek için durdukça herhangi bir garda, bir an önce kalkmasını istiyorum pencereden dışarıyı kolaçan ederken. Yerime oturduğumda Mustafa'nın da aynı korkuları yaşadığını fark ediyorum.

…Ve tren'in hareket etmesiyle, adeta buz pistinde dans eden bir balerinin eteklerine tutunarak ayrılıyorum soğuk istasyonlardan. Sevda yükünü alıp; ağıt yükünü bırakan. Türkü, hasret, sevinç yükünü alıp; korku, endişe, sızı yükünü bırakan bir balerin. Nice sırlar gizlidir peşine taktığı yorgun vagonlarda, nice anılar, nice kaçak sevdalar. Bir istasyonda yüklendiği kahır yorgunluğunu, başka bir istasyonda sıyırıp atarken; bir sevdalıyı koparıp alır yavuklusundan, bir diğerini kavuşturur sevdiğine. Baharlara bulaşma gayretiyle koşarken, kar tanelerini döver arsızca. Keskin ayazı bir bıçak gibi bölüp ortadan erişir baharlara. Ve avuç, avuç aydınlık toplar gecenin karanlık yüzünü yırtarken.

Tutundum ümit ile dağların ve vadilerin demir göğüslü yılanına. Aldı beni zulasına medeniyet kapılarını zorlayan demir yürekli bir tren.

Korkudan kalbim duracaktı nerdeyse, kompartıman görevlisi kapıyı hızla açıp 'Biletler lütfen' diye bağırınca. Törelerden kaçış yoktur bizim oralarda, ya boyun eğersin ya da ölürsün. Mustafa'ya baktım sonra, o da uyuduğu yerden sıçramış elini beline atmıştı. Kapı açıldığından beri içimizde tuttuğumuz nefesin tamamını bırakarak uzattık biletleri usulca. Görevli zımbaya benzer bir aletle birer delik açıp, tekrar bize uzattı biletleri ve iyi yolculuklar dileyerek geldiği gibi gitti. Mustafa 'merak etme, korkma' gibi sözler fısıldadı bana doğru eğilerek ve kendi korkularını gizlemeye çalışırken tebessüm ederek yaslandı arkasına.

Yaklaşık bir saat sonra nihayet Diyarbakır istasyonuna ulaşmıştık. Buradan başka bir tren'e binip daha uzaklara; Adana'ya gidecektim. Dayımın kızı Zöhre konuştuğumuz gibi beni Adana istasyonunda bekleyecekti. Elimde küçük bir bohça vardı ama Mustafa koca bir valizle indi tren'den. Gişelere kadar birlikte yürüdük. Ben Adana'ya o ise İstanbul'a birer bilet aldık. Bilet parasını ödediği için teşekkür ettim sıkılarak. Ve bütün yasakları zorlayarak el sıkışıp vedalaştık.

    Az ilerideki yeni boyanmış ahşap sandalyeye oturmak için arkasını dönüp birkaç adım atmıştı ki…bir el silah sesi duyuldu! Hızla geri döndü Mustafa. Silahı elindeydi bile. Büyük gözlerle bana bakıyordu. Ben göğsümdeki sızıyı hissetmeden evvel yere yığılmıştım bile. O an tereddüt etmeden silahını ateşledi ve tetikçiyi vurdu Mustafa. Bir çocuğun, hemen arkamda yere düşerken inlemesinden anlamıştım bunu. Başımı çevirip vur emrini yerine getiren, berdel korucusuna baktım usulca. Beni vuran… Evden kaçmadan bir gece evvel, öpe koklaya koynunda uyuduğum; sevincimi hüznümü paylaştığım ve bütün sırlarımı emanet ettiğim kardeşim Hasan dan başkası değildi. Ve şimdi ikimizde günahsızca can çekişiyorduk.

Göğsümdeki kurşun yarasının verdiği acıyı bastıran neydi böyle?

Canımdan can olan kardeşim tarafından vurulmak mı?

Yoksa hayat ta ilk kez bu kadar güvendiğim bir erkeğin; Mustafa'nın, benim için kardeşimi vurması mı, kimseyi öldürmemek için yemin edip kaçarken?

Söyle eyy… nice olayların, nice duyguların sessiz şahidi yılgın istasyon, söyle! Bir insan kaç kere vurulur, Kaç çeşit vurulur? böyle yok yere. SELAHATTİN YILMAZ

 

KRAVATLI AMCA'NIN YAŞAM FELSEFESİ                      

Melike'nin ruh okşayan sesiyle kendine geldi: "Yemek hazır canım. Haydi soğumadan başlayalım." Yaşar öyle derinlere dalmıştı ki, eşine cevap verene kadar geçen sürede Melike tabakları çorba ile doldurmuş, salatayı karıştırmıştı: "Hayatım hiç iştahım yok. Sen başla istersen." Melike, eşinin içini daraltan bazı olayların farkındaydı ama cümlelerini o güzergâhtan pek geçirmiyordu: "Bu aralar şantiyede çok yoruldun. Yemeğini ye. Sana bir yorgunluk kahvesi yapayım. Sonra istirahate çekilirsin." diyerek aynı tavrını devam ettirdi.

Melike çorba tabağının dibini gördüğü sırada Yaşar ağır hareketlerle ayağa kalktı. Başının döndüğünü fark edip en yakın duvara yaslandı. Başındaki ağırlık geçince perdeye uzandı ve perdeyi bir gözüyle dışarı seyredecek kadar araladı. Bahçe kapısının önünde bir karaltı olduğunu gördü. İlk önce bir kedi ya da köpek olabileceğini düşünse de perdeyi biraz daha aralayınca yerde uzanan şeyin on - on iki yaşlarında bir çocuk olduğunu anladı. Dışarı çıkıp çıkmamakta tereddüt yaşadı. İçinden yükselen vicdan sesi "Ne duruyorsun koşsana, karda kışta küçücük bir beden donmak üzere yardım etsene..." derken, zalim bir ses "Hayır, sakın yardıma gitme. Nasıl doğurmuşlarsa baksınlar, nasıl sokağa salmışlarsa sahip çıksınlar. Hem hayat acımasız, bu çocuk da ayakta kalmasını kendi öğrensin." diyordu. Şu an büyük bir inşaat firmasının patron yardımcısı olan Yaşar'ın hayatı zorluklar ve vurgunlarla geçmişti. O yüzden zamanla vicdanı gelişeceğine, en insafsız yanı güçlenmişti. Onun yaşam felsefesi güçlünün ayakta kalması anlayışı üzerineydi. Ona göre, şu an lüks arabaları, villaları, yazlıkları varsa ve makam mevki sahibi bir ailenin kızına koca olmuşsa hep bu felsefesi sayesindeydi. Yediği tokatlar karşısında yıkılmamış, fakat tokadıyla çok kişiyi yıkmıştı.

Kollarını kocasının beline dolayarak kendisiyle beraber dışarı bakan Melike de aynı manzarayı gördü: "Yaşar Yaşar sen de görüyor musun? Sanırım bir çocuk... Evet evet kapının orada bir çocuk yatıyor!.." Yaşar sessiz kalmayı ve içindeki sesleri susturmayı çalışıyordu. Bu dakikalarda eşinin sesi bile fazla gelir olmuştu. Eşi ile vicdanı birlik olmuş bir mengene misali sıkar olmuşlardı Yaşar'ı. Melike'nin: "Ben dışarı çıkıp bakayım. Sen de bir ambulans çağır bu arada. Haydi bakma, ne bekliyorsun Yaşar?.."  Yaşar'ın aklından geçenler ete kemiğe bürünüp Melike'ye görünseydi, kocasının en korkunç ejderden farkı olmadığını hayretle şahit olacaktı. Neler geçti ki zihnindeki film şeridinden... Haksız yere işten kovduğu işçiler... Hem de terlerinden, güçlerinden, emeklerinden istifade ettiği ve sayelerinde zengin olduğu işçiler... Şantiyelerde çevirdiği dümenleri fark eden ustalardan kurtulmak için ekonomik krizleri bahane edip şirketi küçültüyoruz masalıyla onları kandırmasına ve kapı dışarı koymasına ne demeli? Onların yerine yeni aldığı işçi ve ustalarla kendi menfaat ekibini kurması da cabası... Depremlerde yıkılan binaların altında can veren insanlar, sakat kalan umutlar, yetim ve öksüz kalan yarınlar... Daha neler neler geçti tırnak ucu kadar kalmış vicdan örsünün üzerinden!.. Ve Melike Yaşar'ın bazı hatalarını hissetse de olanların çoğundan habersizdi. İşin aslı, Yaşar'ın son günlerde bu denli içine kapanmasının ve bir köşede yığılıp kalmasının sebebi ne yorgunluk ne de yoğun çalışma temposuydu. Yaşar'ı kemirip bitiren vicdanın son kalp atışlarıydı!..

Melike henüz paltosunu giymiş, kaşkolunu boynuna doluyordu ki Onun şaşkın bakışları arasında kapıyı açan Yaşar incecik gömlekle dışarı fırladı. Kar yığını içinde iki büklüm uzanan şey tahmin ettiği gibi on yaşlarında bir erkek çocuğuydu. Çocuğun kara ve ince kaşlarına inat, yüzü solmuş ve sertleşmiş, burun ve kulak çevresi kızarmıştı. Gözleri açıktı ancak bilinci tam olarak işlev yapmıyor gibiydi. Bir koşu eve girip çıkan Yaşar arabanın anahtarını alıp gelmişti. Çocuğu kucakladığı gibi arabanın arka koltuğuna yatıran Yaşar kontağı da aynı çeviklikle çevirmişti. Arka koltuğa oturan Melike, donma tehlikesi geçirdiğini anladığı için çocuğun üzerindeki sıkı kıyafetleri çıkarttı, kemerini gevşetti ve ayakkabılarını çıkardı. İlk yardım gereği çocuğun parmağındaki "anne" yazılı yüzüğü de çıkartmak zorundaydı. Çocuğun minik ellerini avucuna alıp Onu ısıtmaya çalıştı. Avucuna aldığı buz tutmuş eller Ona yıllardır özlemini duyduğu annelik sıcaklığını vermişti. Kimi anneye hasretti kimi evlada... Melike yol boyu onunla konuşarak şuurunu açık tutmaya çalıştı.

Eve en yakın özel hastaneye getirilen çocuk derhal acil servise alındı. Acil Tıp Hekimi "çocuğun uzun süre soğukta kalmasından dolayı 1. derece donma yaşadığını, çok önemli bir şeyin olmadığını ancak çocuğun o gece hastanede kalmasının iyi olacağını" söyledi. Yaşar ile Melike'nin yüzündeki endişe kaybolmuş, yerine vicdanın renkleri almıştı pırıl pırıl...

Eve döndüklerinde tencereyi tekrar ısıtan Melike, günlerdir Yaşar'ı ilk defa böylesine huzurlu ve sakin görüyordu. Çorbayı iştahla içmiş, kızartma ve salata tabağını silip süpürmüştü. Yüzüne kan, ruhuna can gelmişti sanki... Kahvesini de içtikten sonra televizyondaki haber özetlerini izlemiş ve ardından rahat bir uykuya yelkenlerini açmıştı. Melike'nin yüreğinde esen meltemlere diyecek yoktu zaten... Melike o gece fazla uyuyamadı, sabahın ilk ışıkları ile yataktan kalktı. Eşine enfes bir kahvaltı hazırladı. Çalar saatin ilk sesi ile gözlerini açan Yaşar lavaboda elini yüzünü yıkadı ve bir tek kuş sütü olmayan kahvaltı masasına oturdu. Alelacele kahvaltısını yaptıktan sonra hastaneye aradı. Çocuğun durumu hakkında aldığı bilgiler Onu ve Melike'yi çok sevindirdi. İşyerine gitmek üzere evden çıksa da ilk önce yolu üzerindeki hastaneye uğradı. Çocuğun odasına vardığında şaşkın bir ifade belirdi çehresinde. Bu çocuk, birkaç gün önce kendisine kâğıt mendil satmaya çalışan çocuktu. "Kravatlı amca, ne olursun bir iki tane al. Çok ihtiyacım var!" diye kendisine yalvaran çocuk... Peki Yaşar ne yapmıştı o zaman. "İşine git ufaklık, sana para yedirecek göz var mı bende? Aklını, zekânı kullan sen de benim gibi böyle otomobillere binersin, kravat da takarsın. Yürü git şimdi..." demiş ve gaza basıp gitmişti ardından bakakalan kara gözlere aldırmadan...

Derhal kendini toparlayan ve olayı hatırlamamış gibi yapan Yaşar, çocuğun yanına varıp selam verdi. Halini hatırını sordu. Yusuf'un "Bugün kravat takmamışsın amca!.." sözüyle yalpalasa da durumu bozuntuya vermeden devam etti. Tanıştılar. Adının Yusuf olduğunu öğrendi. Yusuf, ilkokul beşinci sınıfa gidiyormuş. Sabah okula gidiyor, öğleden sonra da akşama kadar bazen gece yarısına kadar kâğıt mendil satıyormuş. Bazı günler hem mendil satıyor hem ayakkabı boyuyormuş. Annesi geçen sene ağır bir rahatsızlık sonucu rahmetli olmuş. Babası işsiz olduğu için borçları ödemekte zorluk çekmiş ve senetlerin ödeme zamanı geçince de cezaevine düşmüş. Yusuf da hayattaki en yakın arkadaşı olan dedesi ile beraber yaşıyormuş. Dedesi "Yusuf'um yapma etme, daha küçüksün" dese de, hapisteki babasına para göndermek ve dedesinin ilaçlarını alabilmek için çalışıyormuş. Cuma günleri ise kazandığı paralarla çiçek alıp annesinin mezarına gidiyormuş.

Gözyaşları içerisinde Yusuf'un kısa ama hazin hayat öyküsünü dinleyen Yaşar işe geç kaldığının bile farkında değildi. Zaten şu an için işe yetişmek gibi bir derdi de yoktu. Yaşar işe değil, insanlığa; işe değil, vicdanın sesine; işe değil, Yusuf'a, Yusuflara geç kalmıştı. Yusuf'lar kuyuya düşerken, O, sırtında kanlı gömlek taşıyan insanlardan biri olmuştu! Yusuf'lar zindana düşerken, O, vicdanının gardiyanı olmuştu!.. Yüreğinin en derin yerlerinde biriken pişmanlığın volkanik fışkırması vardı gözlerindeki yaşta... Vicdanının faaliyete geçen fay hattı görülebiliyordu titreyen ellerinde... Uykusundan kalkan insanlığının nakaratı okunabiliyordu buğulu sözlerinde...  "Yusuf... Yusuuuuf..." diyebildi sadece.  "Buyur Yaşar Amca!" dedi Yusuf.            "Doktorlar çıkmana izin verirse bugün babana ziyarete gidelim mi?"

"Çok iyi olur Yaşar Amca, çok iyi olur!"

Cezaevine vardıklarında görüş kabininde onları iri yapılı, esmer yüzlü, kirli sakallı, çatık kaşlı bir adam karşıladı. Hasan Usta... Geçen sene yok yere işten çıkardığı ustalardan biri olan Hasan Usta... Beyninde çakan şimşeklere, yüreğine düşen yıldırımlara bir yenisi eklenmişti. Bu kadar vicdan azabına dayanacak mecali kalmamıştı. "Yer yarılsa içine düşseydim ya da yüzüme kezzap dökseydim de beni tanıyamasaydı" der gibiydi. Kaşları iyice çatılan Hasan Usta, bir zamanlar amiri olan kişiyi görmenin şaşkınlığı ile kendisini işten çıkarıp bu çilelere gark eden kişiyi görmenin hışmını aynı anda yaşıyordu. Hasan Usta o denli pişmişti ki hayat kazanında, hiçbir şey sormadı Yaşar'a. Çünkü Yaşar'ın gözyaşları her şeyi harfi harfine anlatıyordu. Tel örgüler mani olmasa Yaşar, Hasan Usta'nın ayaklarına kapanacaktı belki de af için, özür için, geç kalmışlığı için... Yusuf ise, kravatı takmakla takmamak arasında vicdanı etkileyen düşünsel bir bağıntı olup olmadığını sorguluyordu.

Yusuf da bir gün kravat takacaktı!.. Ancak, vicdan gömleğinin üzerine!.. SALTUK BUĞRA BIÇAK

 

Kalbim Senin

24 yaşında, kalbim hariç normal bir kızdım. Pek namlı bir liseden mezun olmasam ve eğitime 6 yıl ara vermiş olsam da, ilk kez üniversite sınavlarına giriyordum. Sınavdan sonra, kampüsün hemen dışında eve dönmek için otobüs beklerken, birkaç aydır beni izleyen o serseri kılıklı genci görüp irkildim. Beni sürekli göz hapsinde tutması bir yana, son zamanlarda aşkına karşılık vermem için rahatsız ediyordu. Tavırları hiç hoş değildi, üstelik ben nişanlı bir kızdım. Hoş nişanlı olmasaydım bile onunla ilgilenmezdim ya.

Kendisini hiç fark etmemiş gibi önüme döndüm. Fakat kararlı adımlarla bana doğru yaklaştığını hissediyordum. Kalbim çarpıp sancımaya başladı; şimdi yine neler söyleyip canımı sıkacaktı kim bilir!

"Gül," dedi bana, "Dinle beni artık! Sana aşığım, anlamıyor musun? Kalbim sana ait! Senin için çarpıyor, Gül. Kalbim senin!"

Sabrım taşarak "Bak," dedim ona. "Bırak peşimi artık, tamam mı! Kaç kere daha diyeceğim? Ben evleniyorum. Seni de hiç tanımıyorum. Bir daha beni rahatsız edersen polise şikâyet edeceğim!"

"Yine beni dinlemiyorsun, yine anlamıyorsun" dedi kızgınlıkla. "O nişanlın olacak adam seni seviyor mu sanıyorsun? Seni zerre kadar sevse peşini bırakırdım elbet! Ama o…"

Daha fazla dinlemeyerek uzaklaştım. Beklediğim otobüsün geldiğini görünce100 metrekadar koşturdum. Nefesim sıkışmış, kalbim deli gibi çarpmaya başlamıştı. Kendimi kapıdan içeri atar atmaz bir boruya tutunup soluklanmaya çalıştım. Gözlerim kararıyor, ellerim titriyordu. Karttan ücreti okutacak gücü kendimde zor buldum. Dopdolu otobüste bir kişi bile yer verecek gibi görünmüyordu. Orta kısma ilerleyip bir yere dayandım, gözlerimi kapatarak kendime gelmeyi bekledim.

Sorun kalbimdi! Her zaman kalbim... Daha doğmadan önce kalbimde iki delik olduğu anlaşılmıştı. Bu yaşıma kadar da pek çok ameliyat geçirmiştim. Onca ameliyat yine de kalbimin sağlıklı bir şekilde çalışmasına yetmemişti. Daha geçen gün doktorum arayıp son tahlillerin beklenilenden de kötü olduğunu, beni acil nakil listesine aldıklarını söylemişti. Uygun donörün çıkması yıllar sürecek kadar uzun zaman alabiliyordu. O yüzden de benim hiç heyecanlanmamam, hızlı yürümemem, koşmamam, kısacası kalbimi hiç yormamam gerekiyordu. Kalp krizi riskim yüksekti ve ben bununla baş edemezdim!

Otobüs keskin bir frenle bir durağa yanaşınca gözlerimi açtım. O da ne? Şu binenler Nişanlımla kuzenim değil miydi? Herhalde kuaför salonuyla ilgili bir şeydi; nişanlımın annesi orayı işletiyordu, kuzenimle ben de liseden mezun olduğumuzdan beri orada çalışıyorduk. Kuzenim benim üniversiteye hazırlanmama hiç akıl erdiremiyordu. Bazen, benim nasılsa yarın öbür gün öleceğimi, bunca çabanın da boşa gideceğini düşündüğünden şüpheleniyordum.

Her neyse! Ama nişanlım niye elini tutuyordu ki onun? Kuaför salonu için malzeme almaya çıkmış olsalar, böyle iki dirhem bir çekirdek giyinmezlerdi herhalde? Beni fark etmemişlerdi. Sadece birbirlerine bakıyor, arada bir aptal aptal sırıtıyorlardı.

Birden kalbimin mengeneyle sıkılıyormuşçasına sancıdığını hissettim. Son haftalarda şahit olduğum o tuhaf davranışlar anlamlı hale mi geliyordu? Ama hayır, hayır, yok canım! Bu ikisi beni yok sayıp aşk yaşıyor olamazlardı. Gördüklerimi yanlış değerlendiriyordum, hepsi bu! Fakat o da ne! Nişanlım birden eğilip kuzenime bir öpücük kondurmaz mı?

Başım dönüyor, kulaklarım uğulduyordu! Kalbim hızlı, daha hızlı atmaya çalışıyor lakin bunu beceremiyordu! Nefes almıyordum! Görme yetim yarı yarıya azalmıştı. Otobüs bir durakta daha fren yapınca nerdeyse yere yapışıyordum ki birisi beni yakaladı. Yarım yamalak teşekkür ettim ve müdavimi olduğum hastanenin siluetini güç bela seçerek kendimi otobüsten dışarı attım.

Arkamdan birileri bağırıyordu ama ben hiçbir şey anlamıyordum. Kaldırımda körlemesine yürürken tökezledim, başım ne olduğunu bilmediğim bir şeye çarptı. Ellerim, ayaklarım buz gibi olmuştu. Sonra birden kalbime daha önce hiç tatmadığım bir acı saplandı. Kendimden geçtim.

Aradan ne kadar zaman geçtiğini bilmiyordum. Bilincim gidip geliyordu. Sürekli sesler duyuyordum; koşturmaca sesleri ve aşina, bir o kadar yabancı bir erkek sesi. Ağlamaklı bir ses tonuyla birilerine bağırıyordu. Ne olduğunu bilmiyordum! Daha fazla düşünemedim zaten, bilincim kolumda hissettiğim tanıdık şırınga acısıyla kesin olarak karanlıklara gömüldü.

Uyandığımda kendimi çok yorgun hissediyordum. Beynim uğulduyor, göğsümde uzun bir çizgi durmaksızın sızlıyordu. Fakat bunların dışında kendimi inanılmayacak kadar sağlıklı ve dingin hissediyordum. Gözlerimi açıp kendimi hastane yatağında bulunca hiç şaşırmadım. Bir an sonra odama giren doktora halsizce gülümsedim:

"Yine kefeni yırttık ha doktor?"

O da buruk bir gülümsemeyle yatağımın yanına oturdu: "Evet, ama bu defa geçici değil. Yeni bir kalp naklettik sana Gül. Gözün aydın, kurtuldun artık…"

Güçlükle ve şaşkın bir halde doğruldum: "Yeni bir kalp mi? Uygun donör çıktı mı yani? Ama nasıl benim krizimle aynı zamana denk geldi?"

"Donörü biz bulmadık," dedi doktor. "Seni hastaneye getiren hırpani kılıklı genç verdi sana kalbini. Aslında bu hiçbir hukuka ve vicdana sığmayacak bir şey... Tamamen sağlıklı bir kişiyi başkasını yaşatmak için öldürmek yani. İmkânsız bir şey... Fakat genç bunu kabul etmedi. 'Öyle ya da böyle bu işi yapacaksınız' diyerek kendini öldürdü. Dokularınızın uyuşup uyuşmadığını bile bilmiyorduk. Neyse ki bedenin onun kalbini kabul etti. Yoksa genç yok yere canına kıymış olacaktı... Son anlarında bunu yazıp sana vermemi istedi, Gül."

Kırış kırış, kandan lekelenmiş bir kâğıt parçası uzatıyordu."Altın gibi bir kalp taşıyorsun kızım," dedi bana. "Onu iyi kolla..." ve odadan çıktı gitti.

 Gözyaşlarım yüzümü yıkayarak kâğıdı açtım. Savruk bir el yazısıyla iki kelime yazıyordu sadece...

"Kalbim senin." NEFİSE DOĞAN

 

TEŞEKKÜR

Postane oldukça kalabalıktı. Telefon faturası yatırmak isteyenler, havale için bekleyenler, kredi kartı borçlarını ödemek isteyenler, çalışan tek veznenin önünde uzunca bir kuyruk oluşturmuştu. İnsanlar bu gibi işleri genellikle son güne bırakırlar.

Mehmet Bey seri hareketlerle görevini yaparken içinden; "Yine son gün değil mi? Oysa dün gelseniz bir tarafınız mı ağrıyacak, rahatınız mı kaçacak, böyle kutu gibi yerde havasızlıktan bunalmak hoşunuza mı gidiyor? Üstelik mesai sadece sabah değil ya! Bunun öğleden sonrası da var!" minvalli sitemde bulunuyordu.

Tek tük saçları ağarmış, derisi buruşmuş, hayata kalın camlı pencereler yardımıyla bakan, sinirli; ancak bu hâliyle mahalle sakinlerinin gönlünde taht kurma liyakatine erişmiş birisiydi Mehmet Bey. Postane ile özdeşleşmişti adeta.

Turgut, iş hanının ağır kapısını itip koridorun postane tarafına dönünce uzun kuyrukla karşılaştı. Canı sıkıldı. Elindeki mektupları bugün göndermek istiyordu ve bunun için bir saati vardı; zira yapacak başka işleri mevcuttu. Önce kuyruğun arkasına geçti. Sıra yavaş ilerliyordu. Etrafına bakındı. Gelen giden yoktu. Bunun üzerine az ilerideki banka oturdu. Biri gelecek olursa yerine geçerdi.

Yaşlı kadın elinde sıkıca tuttuğu parayı uzatarak:

"Oğluma havale gönderecektim", dedi. Mehmet Bey;

"Peki teyze. Şunu yan tarafta doldurup getir." diyerek kadına bir form uzattı.

"Benim okumam yazmam yoktur oğlum!" diyen kadın, yardım bekleyen gözlerini Mehmet Bey'e dikti.

"Teyzeciğim, niye yanına bilen birini almıyorsun? Her şeyi biz yapmaya kalkarsak bu sıra biter mi. Biraz da bizi düşünseniz. Olmaz ki böyle…".

Mehmet Bey sinirini dışarı vurmaya başlamıştı. Fazla ileri gittiğini düşünmüş olacak, sustu ve yaşlı kadının işlemini tamamladı.

Yaklaşık kırk dakika sonra kuyrukta Turgut'la birlikte üç kişi vardı. Sıra bitmek üzereydi. Fakat Mehmet Bey yorulmuş, alnında ter damlacıkları belirmişti. Bunları kolonyalı mendil ile sildikten sonra soğumuş çayını bir yudumda bitirdi. Yakından tanıdığı müşterinin kart borcunu tahsil etti. Sıra Turgut'a gelmişti.

"İyi günler, mektup gönderecektim."

Mehmet Bey mektupların alıcı adreslerine baktı ve "İki lira" dedi.

Turgut cebinde bozuk para aramakla meşgulken Mehmet Bey:

"Şimdiki gençler mektuba pek itibar göstermiyor. Oysa mürekkebin, kâğıdın kokusu başkadır" dedi.

"Haklısınız. Ben de bu kokuların müptelasıyım. O yüzden halen bazı arkadaşlarımla mektuplaşırım."

"Hem insan mektubu yazarken düşünüyor. Öyle aklına geleni söylemiyor. Böyle olunca iyi şeyler söylüyor."

Turgut avucuna aldığı bozuk paraları saydı ve gereken miktarı uzatarak geri çekildi. Elindeki diğer bozuklukları da sayıyordu. Bu sırada kuyruktaki son kişi de işlemini tamamlayıp oradan ayrıldı.

Turgut, Mehmet Bey'e gülümseyerek iyi günler diledi. Postaneyi terk edeceği sırada aklına gelen bir düşünce onu tekrar veznenin önüne getirdi.

"Size teşekkür ederim."

"Ne demek, görevimiz."

"Onun için değil."

"Ya neden?"

Mehmet Bey meraklanmış, gözlüğünü çıkartarak Turgut'u süzmeye başlamıştı.

"İki mektuba sadece iki lira aldığınız için."

"Ne kadar almalıydım?"

"Daha fazla elbette."

Neden?"

Merakı büsbütün artmıştı Mehmet Bey'in. Neden sorusunu gayri ihtiyari yüksek sesle yöneltmişti. Kendi kendine herhalde benimle kafa buluyor diye düşünürken cevap bekleyen duruşunu koruyordu.

Turgut dirseklerini vezneye dayadı, yavaş yavaş adeta çok mühim bir şey anlatıyor tavrıyla konuşmaya başladı:

"Bütün gece yağmur vardı. Israrıma rağmen uyuyamadım. Lambayı yaktım ve masadaki kitaplardan birini okumaya başladım. Yarım saat kadar okudum. Sonra kitabı bırakarak yağmuru seyretmek istedim. Nedense aklıma, geçmişim geldi. Bazı anımsamalar hüzünlenmeme sebep oldu. Bu kez içimde beliren duyguları kâğıda döktüm. Yaptığım tam manasıyla paylaşımdı. Evet, fikirlerimi kendimle paylaştım. Ardından yazdıklarımı okumalarını istediğim iki kadim dostum geldi aklıma. Ve yazdıklarımı onlara göndermek üzere zarflara koyup yattım. Uyanınca vakit kaybetmeden buraya geldim."

Mehmet Bey dikkatle dinlemesine rağmen henüz teşekkürün sebebini kavramış değildi. Gencin yüzüne merakla bakmaya devam ediyordu.

"Pek tabiî."

Turgut hafifçe gülümsedi. İhtiyarın söyleyişi ve mimikleri hoşuna gitmişti.

"Elbette. Ancak söyleyeceklerim bunlarla sınırlı değil. Anlattıklarım mektupların niçin ve hangi şartlar altında yazıldıklarına dair. Asıl söylemek istediğim bu değil." dedi ve sustu.

Mehmet Bey hem sabırsızlanıyor hem de kızıyordu. Bunu fark eden Turgut tekrar söze girdi:

"Gece yazdıklarım bana göre çok önemli şeyler. Bir anlamda kişiliğimden izler. Enikonu düşünerek yazdım. Onları okuyacak dostlarımda, bana dair yeni izlenimler oluşacak sanırım." dedikten sonra dayandığı vezneden geri çekildi.

"İyi de ne var bunda, anlamadım!"

Mehmet Bey'in sorusunu yine gülümseyerek şöyle yanıtladı:

"İşte benim için bu denli önemli fikirleri iki dostuma çok ucuza iletmeniz dolayısıyla size teşekkürü borç bildim."

Açıkçası daha farklı şeyler bekliyordu Mehmet Bey. Ancak ilk kez böyle bir yaklaşımla karşılaşıyordu. Genç, bir şey söylemesine fırsat vermeden uzaklaşmıştı. Mehmet Bey önündeki evrakları toplamaya başladığı sırada gülümsüyordu. Başını kaldırıp gencin gittiği yöne seslendi:

"Yine beklerim delikanlı, sevdim seni!"OSMAN ARSIN   

 

DENİZ FENERİ

Kurşundan daha ağır saydığı yorgun gölgesini sürükleye sürükleye kıyıya inmişti. Tuhaf bir hüzün ve yalnızlık kaplamıştı içini boydan boya.  Sahilde bir banka oturmuş, denizi kederli kederli seyrediyordu. Elindeki, Ebabil'in göklerden yağdırdığı ince taşları andıran misket büyüklüğündeki taşları suya atarak sıkıntılarını unutmak istiyordu. Güneşin güçlü ziyası suların mavi dudaklarından hasretle öpüyordu sanki... Dünyayı aydınlatan ve ısıtan o sarı huzur, içindeki kör karanlıkları aydınlatamıyor, ruhundaki buz dağlarını eritemiyordu bir türlü... Güneş, ruh derinliğine ulaşamıyordu. O, ruhunun mahzeninde karakışı yaşıyordu.

İki saatten beri bu gölgelikte oturmasına rağmen, zamanın bir nehir misali nasıl aktığını fark etmemişti bile. Gökte bulutlarla güneşin, yerde insanlarla kör inatlarının savaşı vardı. Amansız ve anlamsız bir savaş sürüp gidiyordu belleklerde. Kimsenin kazan(a)madığı ve de kazan(a)mayacağı kör bir savaş… Huzura kurulan pusu misali zihinlerin infilakı…

Küçükten beri bu deniz fenerinin yanındaki banka oturur, zihnindeki düğümleri çözmeye uğraşır, ruhundaki tortuları mavi suların duruluğunda yok etmek isterdi. O hep deniz feneri olmak isterdi. Çünkü en zor fırtınalarda, en karanlık gecelerde "hayat ve kurtuluş" demekti deniz feneri... O da etrafındaki zihni karışıklara yol göstermeyi gaye edinmişti zira…

Ufukta beliren gemilerin silik karaltılarına baktı. Denizlerin ve göklerin derinliği, içinde sıkışıp kalan özgürlük arzusunu depreştirdi. Parktaki kocaman ağaca konan minik bir kuş, dikkatini çekti. Yuvasına yiyecek taşıyan bu anne kuşun mutluluğu gözünden kaçmadı. O da böyle bir yuvanın bir ferdi olmak istiyordu. Kuşlar kadar özgür ve tasasız olmaktı isteği…

Fikir çilesi, bir yangına dönüşmüştü içinde… Sıkıntıları Ağrı Dağı kadar büyüktü. Ruhu bir harabeyi andırıyordu. Bu yüzden yemediği tırnak kalmamıştı parmaklarında. Artık yiyecek tırnak bulamıyordu ellerinde. Tırnak makası kullanmayalı yıllar olmuştu.

Aklı evdeydi özgürlüğü tabiatın kollarında arayan Özgür'ün… Ne diye bu ismi koymuşlardı ona?... Özgürlük fakiri bir kıza hiç de yakışmıyordu bu isim… Sanki bu ad ona 'yitiğin budur' dercesine bir hedef olarak konulmuştu. O da bu yitiğini arıyordu gece gündüz demeden. Özgürlük yolculuğu durmaksızın devam ediyordu Özgür'ün… Bu, çok kere de kitapların satır aralarında düşünce evrenine çeviriyordu rotasını. Kitaplarda soluklanıyordu daraldığı zaman dilimlerinde. Dostsuz kalınca onların dostluğuyla gideriyordu yalnızlığını.

Çevresindekiler Özgür'ün okuduğu kitapları tehlikeli buluyordu her nedense. Bunu anne babasına da fitlemişlerdi büyük bir görev ve sorumluluk duygusu diyerekten... Onun katı susuzluğunu gideren düşünce oluğunu da kesmek için elbirliği etmişti konu komşu…

Hep düşünce nöbetindeydi. Birazdan o gecekonduya dönecek, yine anne babasının çapraz ateşine tutulacaktı Özgür... Pişmiş aşa su katacaklar yine. Baba bozuk lisanıyla "kizum komonis mi olacaksun yahu!" derken gözleri fal taşı gibi çıkacaktı yuvalarından. Anne; kızına duyduğu şefkate rağmen, eşinden korktuğu için babanın yanında yer almak zorunda kalacaktı.

Gittiği okulda arkadaşları da mesafeli duruyordu Özgür'e. Onu tehlikeli buluyorlardı. Zira okuduğu okulla taşıdığı düşünceler tezat oluşturuyordu onlara göre. Okulun felsefe öğretmeni de olmasa, tutunacağı hiçbir dalı kalmayacaktı zavallının. Aslında o değildi zavallı olan. Fakat insanlar aynaya bakmaktan korktukları için gerçek yüzlerini de göremiyorlardı.

Özgürlük sevdalısı Özgür, düşünceli ve yorgun bir halde kapıdan içeri girerken babası tütün sarıyordu. Kızının gölgesini fark edince başını kaldırdı, öfkesi bakışlarına yansıdı. Aslında o, bu saatlerde işte olurdu; fakat bugün bir saat erken çıkmıştı çay fabrikasından… Babanın "Sen bu saate kadar nerelerde surtuniyisun…Ozgur kiz mi oldun ne!... Sana bu adi koyanin..." diye başlayan cümlesinin sonu gelene kadar ecel terleri döktü kızcağız… Çok şey söyleyebilirdi ama söyleyecekleri babasının öfke ateşine benzin dökeceği için susmayı tercih etti. Annesi de bir kenarda durup babanın sözlerini onaylıyordu. Çünkü onlara göre kız dediğin evde oturur, annesinin, babasının ve kardeşlerinin hizmetini görürdü; evi çekip çevirirdi. Süslenip dışarı çıkan kızlardan hayır gelmezdi. Kızın ağzı olsa da, dili olmazdı.

Özgür, iki odalı evde kardeşleriyle aynı odayı paylaşıyordu. Ahşap karyolasının altı ağzına kadar kitaplarla doluydu. Her gece kardeşleri uyuyunca o, gece yarılarına kadar mum ışığında kitap okurdu. Işık vardı ama ışığı yaksa yan odadaki anne babası rahatsız olur, kardeşleri uyanırdı. O da mecburen mumun aleviyle kör karanlıkları aydınlatmaya çalışırdı.

Hakaretlere uğrayıp onuru kırılan Özgür, odasına girince gözlerine inanamadı. Karyolanın altındaki kitapları ortaya dökülmüş, çoğu büyük bir öfke ve hınçla yırtılmıştı. İşittiği onca hakaretten daha ağır olan bu manzara karşısında, şaşkınlığından küçük dilini yutmuştu. Dizlerinin üzerine çökerek hüngür hüngür ağlamaya başlamıştı. Babası "O kitaplar seni hayattan ve bizden kopardı. Onlar zehirden daha beter…" diyordu. Bu sözleri duyan Özgür, bir yandan ağlıyor, bir yandan da etrafa dağılan kitap sayfalarını birleştirmeye çalışıyordu. Fakat bunun imkânsız olduğunu anlayınca yüzüstü yatağa uzanıp öylece uyuyakaldı. Uyandığında güneş doğmuştu. Aç ruhunu doyuran kitapları yoktu başucunda.

Hayata, dünyaya ve onun içinde ne varsa hepsine küsmüştü özgürlüğü elinden alınan Özgür… Ne evde, ne de okulda huzur bulabiliyordu. Bu ruh haliyle okulun yolunu tutmuştu. İki günden beri midesine bir şey inmemişti zavallının. Fakat onun asıl derdi midesini değil, aç ruhunu doyurmaktı. Sevgi ve hoşgörü fakiri bir evde bu açlığı her geçen gün daha da artıyordu. Artık şefkat iklimlerinde soluklanacağı kitapları da yoktu. Son dalını da kırmıştı hoyrat rüzgâr… Okulun bahçesinde dalgın dalgın dolaşırken bir el omzuna değdi. Bu, okulun felsefe öğretmeni Ragıp'tan başkası değildi. Çok sevdiği öğretmenini gören Özgür'ün gözleri parladı. Biriken gözyaşlarını silerek derin bir nefes aldı. Öğretmeni "Bu ne hâl, sanki savaştan çıkmışsın" dedi. Hiç de haksız değildi Ragıp öğretmen. O, gerçekten de bir savaştan çıkmıştı. Bu savaşta nazik ruhu darbeler almıştı. Ganimetler hükmündeki dostları da talan edilmişti.

Özgür'le öğretmeni, kızgın güneşten kaçıp bir çardağın altında oturarak soluklandılar. Zavallı Özgür, öfkeli anne babasından uzaklaşarak bir sığınak bulmuştu kendine… Öğretmen, kahvaltısını yapmadığı için bir çayla bir dost istemişti garsondan.... Özgür'e de aynısını söyledi. İki günden beri öylece uyuyan midesi bir yudum çayla uyandı derin uykusundan. Öğretmen sordu, Özgür sımsıcak gözyaşları eşliğinde içini döktü. Özgür kendine bir dert ortağı bulduğu için rahatlamıştı. Her şeyi unutup kuştan daha hafif hissetmişti kendini.

Durumu okul müdürüne anlatan Felsefe Öğretmeni Ragıp, velinin okula çağrılmasını istemişti. Baba okula gelince çapraz sorguya alınmıştı. Artık ecel terleri dökme sırası Özgür'de değil, gün yüzü görmemiş köhne fikirleriyle bir kızı hayattan koparan hırçın babadaydı. Baba yaptıklarından pişmanlık duymaya başlamıştı; öğretmenin etkili konuşmasını dinleyince ikna olmuştu. Konuşmanın sonunda babayla kız yüzleştirilmişti. Baba kızının yaşlı gözlerinden, kızı da babasının tütün kokan nasırlı ellerinden öpmüştü. Okuldan kol kola çıkıp odaları küf kokan gecekondularına gitmişlerdi. Fakat acı hatıralar henüz hafızalardan silinmemişti. Etrafa dağılan yırtık kitap yığınları doğrusu bir savaş meydanını andırıyordu. Netice barış olsa da, bütün savaşlar belleklerde derin izler bırakırdı.

Güneş bu sabah daha erken göstermişti gülen yüzünü. Özgür, kalktığında annesi kahvaltısını hazırlamıştı bile. Demek ki bütün meseleler konuşularak çözülebilirdi. Diyalog köprüleri atıldığında iletişim kesiliyordu. Bugün cumartesiydi. Onun için aile, diğer günlere göre daha geç kalkmıştı. Kahvaltıyı bitirip sofradan kalktıklarında evin önüne yaklaşan bir mavi taksi gördüler. Araba evin kapısında durdu. Bu, okulun Felsefe Öğretmeni Ragıp'tı.

Özgür, koşarak dışarı çıktı; öğretmenine sarıldı, onu evine buyur etti. Ragıp Öğretmen, arabanın arkasını açıp, getirdiği kolileri Özgür'den taşımasını istedi. Kızcağız, kolilerde gıda maddeleri olduğunu sanıp biraz mahcup oldu. Koliler tek tek açılınca, içlerindeki en sevdiği kitapları gören Özgür'ün gözleri parladı. Mutluluktan yerinde duramaz oldu, öğretmenine bir kez daha sarılarak ona yürekten teşekkür etti. Bu kitaplar onun bozulan moralini onardı.

Bir deniz fenerinin ışığıyla aydınlandı Özgür'ün karanlıklarla boğuşan ruhu… Hayat o fenerin ışığıyla anlamını kazandı. Aslında iletişimsizlikti bir aileyi bu duruma düşüren…. Artık baba da kızıyla birlikte her gece kitap okumadan başını yastığa koymuyordu. Baba-kız, hayatın güzelliklerini satır aralarında yakalıyorlardı. İkisi de birer deniz feneri olmuştu artık NİHAT MALKOÇ  

Yorum Yazın

Yapılan Yorumlar

  1. BU ÖYKÜ GİBİ DAHA NİCE GERÇEKLER VAR....BİZ BUNLARI YAŞADIK.......TÜRK HER YERDE TÜRKTÜR.....NE MUTLU Kİ TÜRKÜM VE TÜRKİYEDE YAŞIYORUM.....